İslâm ve Kölelik – 2

Ebubekir Sifil2006 Yılı, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

Kur’an ve Sünnet’in şekillendirdiği islâmî hayat içinde, kölelerin yetenek ve gayretleri ile mütenasip olarak en yüksek toplumsal statüyü elde etmeleri için hiçbir engel mevcut olmamıştır. Özellikle İslâm’ın ilk asırlarında ilim ve zühd hayatında öne çıkan isimlerin birçoğunu köle asıllı insanların teşkil etmesinin tek açıklaması elbette budur.

“İslâm ve Kölelik” başlıklı, Ağustos sayısında ele aldığımız yazıda, kölelik konusunda İslâm’a yönelik eleştirilere özür dileyici bir tavırla karşılık veren müslümanların yapmakta olduğu hataya işaret edilmiş; köleliğin kısa bir tarihi verilerek İslâm’ın köleliği neden kaldırmadığı konusuna giriş yapılmıştı. Ancak konunun tam olarak anlaşılabilmesi için gayrimüslimlerin ve müslümanların köleliğe bakışı ve köleleriyle ilişkilerinin bir mukayesesine ihtiyaç duyulmuştu. Bu yazıda konu bu yönüyle ele alınarak tamamlanacaktır.

Fransa’da kölelik


Batılılar’ın Ortaçağ’ında Fransa’da yürürlükte olan “Loi Salique” kanunu, özgür vatandaşlarla köleler arasına ciddi engeller koymuştu. Bu iki sınıf arasında evlilik kesinlikle mümkün değildir. Hür birisi köle bir kadınla evlenmeye kalktığında kendisi de köle statüsüne geçiyordu.

Daha sonraki dönemlerde Fransa’da köleler hakkında “Karalar Kanunu” yürürlüğe kondu. Buna göre efendisine karşı en küçük bir kabahat işleyen, koşulduğu ağır işlerden bezip kaçmaya kalkan yahut cüz’î bir şey çalmak suretiyle hırsızlık yapan kölelere, kulaklarını kesmek ve vücutlarını dağlamaktan idama kadar giden cezalar verilebiliyordu.

İngiltere’de kölelik


Tıpkı Fransa gibi İngiltere’de de bir “Karalar Kanunu” vardı. Bizzat İngiltere kraliçesi Elizabeth köle ticareti yapıyordu. Bir seferinde 47 binden fazla köleyi Afrika’dan gemilerle getirtmişti. Kaçak kölelere verilen cezalar İngiltere’de de tıpkı Fransa’da olduğu gibiydi.

Bundan daha önemlisi, “Sanayi Devrimi”nin başka herhangi bir ülkede değil, ilk defa İngiltere’de gerçekleşmesinin temel saiklerinden birisini köle ticaretinin teşkil ettiği gerçeğidir. Söz gelimi İngiltere’nin Liverpool limanında 1730 yılında 15 kayıtlı “köle gemisi” varken, bu rakam 1792’de 132’ye çıkmıştı.

1807 yılında köle ticaretini görünüşte yasaklayan İngilizler, “ekonomi ancak kölelerin sırtında gelişir” anlayışıyla bu tarihten sonra da köle ticaretine devam ettiler. Üstelik yasaklananın “kölelik” değil, “köle ticareti” olduğuna dikkat edilmelidir.

Amerika’da kölelik


400 yıl içinde 50 milyon civarında Kızılderili katletmek suretiyle tarihin belki de en büyük soykırım suçunu işleyen Amerikalılar, işlerini gördürebilmek için kölelere ihtiyaç duydular ve Afrika’dan köle sevkiyatına başladılar. Özel olarak bu iş için tasarlanmış gemilerle milyonlarca insan köleleştirilerek Amerika’ya taşınmıştır. Sadece nakliye esnasında yolda hayatını kaybeden insan sayısının 20 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Amerika’ya salimen ulaşabilenlerin sayısı hakkında 10 ilâ 30 milyon arasında rakamlar telaffuz edilmektedir. Sylviane Diouf’un verdiği bilgiye göre bunlar arasında 3-4 milyon kadar müslüman vardır. (Amerika’da Köle Müslümanlar/Servants of Allah)

Özetle Amerika’da ve Avrupa’da insanların hiçbir hak-hukuk söz konusu olmaksızın en acımasız muamelelere tabi tutulduğu kölelik sistemi, para kazandırdığı ve kârlı bir ticaret alanı oluşturduğu sürece devam etti. Ne zaman ki üretimde makineleşmeye gidilmeye başlandı; köle bulundurmanın ve çalıştırmanın cazibesi kaybolmaya yüz tuttu. Köle de nihayet bir insandı; ihtiyaçları vardı, ailesi vardı, sağlık durumu bozulabiliyordu. En iyimser durumda yaşlanıyor ve üretemez hale gelince toplumun sırtına “yük” olarak kalıyordu. Oysa makineler öyle değildi. Makine kullanarak hem daha ucuz maliyetlerle, hem de daha kısa zamanda daha fazla üretim yapmak mümkündü.

Fernand Braudel açıkça söylüyor: “Lafı gevelemeden, Avrupalılar tarafından yapılan zenci köle ticaretinin, Amerika’nın artık bu kölelere acil ihtiyacının kalmadığı bir sırada sona erdiğini kabul edelim.”

İnsaflı gayrimüslimler


İslâm’da meşru savaş sonucunda düşmandan ele geçirilen esirlere nasıl muamele edileceği, devlet başkanının yetkisine bırakılmıştır. Köleleştirme, yukarıda saydığımız seçeneklerden birisidir. Ancak İslâm’ın köleliğe bakışı ile Batılı devletlerin köle anlayışı arasında isim benzerliği dışında neredeyse hiçbir ilişki yoktur.

Endonezya ve Cava’da 17 yıl devlet görevlisi olarak çalışmış, bir ara müslüman ismi alarak Mekke ve Medine’ye de giderek bir süre kalmış bulunan ünlü Hollandalı müsteşrik (İslâm bilimcisi) Snouck Hurgronje, Haremeyn izlenimlerini bilahare kayda geçirdiği eserinde şöyle diyor: “Avrupalılar, İslâm’da esaret (kölelik) hakkında Amerika ile şarktaki (doğudaki) şartları birbirine karıştırmaktan dolayı hatalı hükümler vermişlerdir. Bundan dolayı İngilizler’in esir (köle) ticaretini men için koydukları nizamlar hakkındaki sitayişler (övgüler) pek yerinde değildir. (…) Bugünkü şartlar içinde onlar için esir (köle) olmak bir saadettir. Denemek için kendilerine, benimle birlikte yurtlarına dönmelerini teklif ettiğim esirlerin (kölelerin) hemen hepsi, bu teklifimi, ancak kendilerini tekrar Mekke’ye getirmem şartı ile kabul ediyorlardı. (İslâm Ansiklopedisi, MEB, 1/113.)

Bir başka müsteşrik de şunları söyler: “Arabistan’da esirlerin (kölelerin) vaziyeti daima tahammül edilemeyecek gibi değildir ve kendisi ekseriyetle mes’uttur. (…) Arabistan yaylalarında -ki oralarda yalnız hali vakti yerinde olanlar esir (köle) sahibidir- hayır sahipleri azatlı köle ve cariyeler evlendirir ve kendi mallarından onlara ya deve veya hurma ağacı gibi şeyler verirler. Bu Afrikalıların gönüllerinde esir (köle) edildiklerinden dolayı hiçbir kin yoktur. (…) Allah onlara felaketlerinde lütfetmiştir. Onlar, “Bu, Allah’ın lütfudur.” diyebilirler. (…) Esirlerin yeni vatanları onlara eskisinden daha güzel görünür. Orada onlar Allah’ın hür kullarıdır. Orası onlar için daha yüksek bir medeniyet diyarıdır. Bu cihetle, esarete düştüklerinden dolayı Allah’a şükrederler.” (İslâm Ansiklopedisi, MEB, 1/114)

Bunlar, dürüst gayrimüslimlerin İslâm diyarındaki kölelerin durumu hakkında pek çok benzerleri arasından seçtiğimiz örneklerdir ve gerçeği yansıtmaktadırlar. Gustave Le Bon’un Arapça’ya Temeddünü’l-Arab adıyla çevrilen eserinde konuyla ilgili pek çok ibretamiz belge ve bilgi mevcuttur.

Kur’an ve Sünnet’te Köleler


İslâm coğrafyasında köleliğin, Batılı insanın hayvanlarla aynı seviyede, hatta daha aşağı gördüğü “zincirli yaratık” ile hiçbir ilgisinin bulunmaması son derece normaldir. Zira her şeyden önce bizim insan anlayışımız buna uygun değildir.

Mesela Kur’an’da kölelere nasıl muamele edileceği konusunda şöyle buyurulur: “Allah’a kulluk edin, O’na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyilik edin.” (Nisa, 36)

Kur’an’ın vaz ettiği bu temel düstur, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in davranış, beyan ve talimatlarında somutlaşmış, müslümanın insan anlayışının pratik yansımasını oluşturmuştur. İlk eşi Hz. Hatice r.anha validemizin satın alarak Efendimiz s.a.v.’e hediye ettiği -aynı zamanda ilk müslümanlardan olan- Hz. Zeyd r.a, izini bulup kendisini “kurtarmak” için Mekke’ye gelen babasının eve dönme teklifini tereddütsüz reddetmişti. Şüphesiz onun bu davranışının biricik sebebi Efendimiz s.a.v.’in kölelere nasıl davranılması gerektiğini fiilî olarak ortaya koyan örnek davranışı olmuştur.

Köle sahiplerine, kendi yediklerinden kölelerine de yedirmelerini ve kendi giydiklerinden kölelerine de giydirmelerini, kölelere güçlerinin üstünde iş yüklememelerini emir ve tavsiye buyuran (Buharî) Efendimiz s.a.v., böylece aslında efendi-köle ayrımını fiilen ortadan kaldırmış oluyordu.

Yine Efendimiz s.a.v., kölesine kötü davranan kimsenin Cennet’e giremeyeceğini haber vermiş (İbn Mâce), sahibi tarafından dövülen kölenin, bu davranışın kefareti olarak serbest bırakılacağını belirtmiştir. (Ebu Davud)

Burada örnek olarak zikrettiğimiz ayet ve hadislerin oluşturduğu anlayışın İslâm toplumunda kölelere sağladığı konum, aslında bir anlamda “evlatlık” statüsüdür. Bunun lafta kalmayıp, hayata en canlı ve somut biçimde yansıdığını, yukarıda örnek kabilinden gözlemlerini aktardığımız insaflı gayrimüslimlerin şahitliği de tescil etmektedir. İslâm toplumunda köle sahibi olmak kişinin maddi-manevi sorumluluğunu artıran bir husus olduğu için Ahmet Cevdet Paşa’nın nefis tabiriyle “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, 7/466) Bu söz, Batı’daki kölelik ile İslâm’daki kölelik arasında bulunan muazzam farkı son derece çarpıcı biçimde ifade etmektedir.

Kur’an ve Sünnet’in şekillendirdiği islâmî hayat içinde kölelerin, yetenek ve gayretleri ile mütenasip olarak en yüksek toplumsal statüyü elde etmeleri için hiçbir engel mevcut olmamıştır. Özellikle İslâm’ın ilk asırlarında ilim ve zühd hayatında öne çıkan isimlerin birçoğunu (hatta yerine göre “çoğunluğunu”) köle asıllı insanların teşkil etmesinin tek açıklaması elbette budur. Tarih, Rical ve Tabakât kitapları bu türden pek çok örnekle dolu olduğundan, bu noktanın ayrıca örneklendirilmeye ihtiyacı yoktur.

İslâm Fıkhı’nda kölelik


Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan da anlaşılacağı üzere İslâm’ın, geldiği dönemde bütün dünya tarafından uygulamada tutulan bir kurumu tek taraflı ilga etmek suretiyle kendi geleceğini tehlikeye atmasını beklemek safdillik olur. En azından “mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesi” gereği, muhatapları tarafından yürürlükte tutulduğu sürece İslâm da kölelik kurumunu yürürlükte tutma hakkını müslümanlara tanımaktadır.

Ancak yine de köleliğin meşru savaş dışındaki kaynaklarını kurutmak suretiyle bu kurumun sınırlı bir yaşama zemininde tutulmasını sağlamış bulunan İslâm Fıkhı’nda, kölelerin özgürlüklerine kavuşturulmasının önünü açan pek çok hükmün mevcudiyeti de bir vakıadır. Konuyla ilgili hükümleri şöyle özetleyebiliriz:

1. Köleler, sahipleriyle “kitabet” anlaşması yaparak belli bir ücret mukabilinde özgürlüklerini satın alabilirler.

2. Ramazan orucunu cinsel ilişkiyle bozma, yeminini bozma gibi birçok durumda kefaret olarak kölesi bulunanların köle azad etmesinin öngörülmesi.

3. Sahibinden çocuk doğuran (Ümmü’l-veled) cariyenin doğurduğu çocuğun hür kabul edilmesi; annesinin satılmasının yasaklanması. Ümmü’l-veled cariyeler, çocuğunu doğurdukları sahipleri vefat edince hürriyetlerine kavuşurlar.

4. Zekât fonundan, kölelerin özgürlüğüne kavuşturulması için özel bir ödenek ayrılması. (Muhammed Takî el-Osmânî, Tekmiletu Fethi’l-Mülhim, 1/262 vd.)

Bunlar ve daha birçok hüküm hem kölelik kurumunun zeminini alabildiğine daraltmakta, hem de kölelere özgürlüğün kapılarını tarihin hiçbir devrinde ve hiçbir millette görülmeyen oranda açmaktadır.

Esirlerin köleleştirilmesi, İslâm Fıkhı tarafından farz veya vacip gibi “gereklilik/zorunluluk” bildiren bir hüküm olmayıp, diğer seçenekler yanında ve onlar gibi sadece “mübah”tır. Günümüzde olduğu gibi kölelik kurumu dünyada ortadan kaldırıldıktan sonra İslâm’ın bunu tek taraflı olarak uygulaması söz konusu değildir. (el-Osmânî, a.g.e., 1/272)

Şu halde İslâm’da kölelik kurumunun mevcudiyeti konusunda Batılılar ve Batıcılar tarafından dile getirilen hususlar en hafif tabiriyle “iftira”dır ve Yüce Dinimiz bu iftiralardan berîdir.

Semerkand Dergisi – Eylül 2006