Değişik vesilelerle birçok kere vurguladığımız gibi İslam Modenistleri, –yaptıkları tesbitler arasında büyük oranda benzerlikler veya aynîlikler bulunmakla birlikte– tek tek fertler olarak çözüm önerileri noktasında önemli görüş ayrılıkları içindedirler. Bu, Modernizm’in kısa sayılabilecek geçmişinde böyle olduğu gibi, günümüzde de böyledir.
Kur’an’ın sükût ettiği hususlarda Sünnet’e başvurulması gerektiğini söyleyenlerden, bu durumda içtihad kurumunun devreye girmesi gerektiğini, hatta Kur’anın normatif özellikteki ayetlerinin bağlayıcı olmadığı tezini savunanlara; Sünnet’i toptan tarihsel görme eğiliminde olanlardan, elimizdeki Sünnet malzemesinin yeni bir bakış açısıyla ele alınıp ayıklanması gerektiğini söyleyenlere; Sünnet’le amel bağlamında İmam Mâlik’in “el-Muvatta”ının yeterli olacağını ileri sürenlerden, çerçeveyi biraz daha genişleterek Kütüb-i Sitte’yi önerenlere; bir kurum olarak Tasavvuf’u temelden reddedenlerden, bu kurumun sadece “ıslah”ıyla yetinenlere; mezhepleri tamamen ilga edip, yeni içtihadlarda bulunulması gerektiğini iddia edenlerden, mezheplerin birleştirilmesinin daha faydalı ve işlevsel olacağını savununlara ve bu metodolojik tartışmalardan, tek tek somut olaylara getirdikleri çözümlere kadar pak çok noktada İslam Modernistleri arasında sınırları alabildiğine geniş bir ihtilaf alanı vardır.
(Hemen hemen ortak bir görüş olarak tüm İslam Modernistleri’nin, geçmiş ulemanın ihtilaflarını “rahatsız edici” ve “yanlış” bulmalarına rağmen, kendi aralarında böyle derin ihtilaflar yaşamaları, kaderin onlar üzerindeki ironik tecellisi olsa gerektir.)
Modernistler’in temel hamlesi ve sebeb-i vücudu, “Batı kaynaklı bilim, medeniyet, kültür ve askerî güç karşısında mağlup konumunda bulunan İslam dünyasının derlenip toparlanması ve bu dengeyi değiştirmesi” tezi iken, garabete bakın ki, onlar –en azından bir kısmı–, sonunda gelip “dinlerin aşkın birliği” noktasına dayanmışlardır.
“Dinlerin birleştirilmesi” projesi akla ilk olarak Hindistan’daki Ekber fiah tecrübesini getirirse de, ondan sonra da kimi modernistler tarafından –hem de “İslamî” referanslarını(!) da ihmal etmeden– bu mesele gündeme getirilmiştir.
Söz gelimi Hintli Ubeydullah Sindî, Tasavvuf’taki “vahdet-i vücud” anlayışının, değişik dinlerin, aynı gerçeği değişik biçimlerde ifade edişinden ibaret olduğunu söylemiştir.
Hatta ona göre peygamberlik sona ermiş olsa da “peygamberlik melekesi” sona ermez ve insanlık var olduğu sürece bu meleke insanlarda var olacaktır. Öyleyse milletlerin –ki onlar peygamberlik melekesini taşırlar– öğretileri ve fikirleri bütün zamanlarda ve yerlerde aynıdır.
Bu zata göre “peygamberlik melekesi” gayrimüslimler arasında bile görülür; bu yüzden İslam’ın öğretileri Hint rahiplerinin ve Çinli filozofların öğretilerinden çok farklı değildir.
Dahası var: Ona göre karşıt dinî gruplar arasına vahiy kanalıyla gelmiş dinler tarafından konan engelleri ezebilecek bir “insanlık dini” mümkün ve gereklidir.
Yine Hindistan’lı modernistlerden Ebu’l-Kelam Azad’a göre Kur’an yeni bir din kurmak için değil, çeşitli dinî gruplar arasındaki çatışmaya son verip, “insanlık” fikrini aşılamaya ve insanları bütün dinlerin ortak yoluna çağırmak için gelmiştir. Kur’an’ın istediği, yalnızca her dinî grubun, tartışmalardan ve sapıklıklardan uzaklaşıp kendi dinlerinin gerçek öğretisine sarılmalarıdır.
Bu zata göre Kur’an’ın söylediği şudur: Her dinî grup, kendi dininin gerçek öğretisine döndüğü zaman benim getirdiğim gerçeğin aynısını bulacaktır. Benim mesajım yeni bir mesaj değildir; bütün dinlerin kurucularının getirdiği evrensel mesajın aynısıdır.
Yine bir Hindistan’lı İslam Modernisti olan Halife Abdülhakim’in konu hakkındaki görüşü de şöyle: Yeryüzünde asıl din İslam’dır ve her nerede doğru yola bir gidiş varsa, orada İslam’dan parçalar vardır. Bunun varacağı kaçınılmaz –ve kendi ifade ettiği– sonuç ise şudur: Farklı isimler altında da olsa bu türlü yönelişlerin tabiatinde olan ve yaşayan şey İslam’dır. Ona göre dünyanın neresinde olursa olsun, hayatı yeniden düzenleme gayretlerini toplarsanız görürsünüz ki, gayrimüslim bile olsa ne zaman bir millet reform yolunda adım atmışsa bu, İslam yolunda atılmış bir adımdır.
Yine bu zata göre insanlık tarih sahnesine çıkmadan önce bile İslam evrenin ve evrendeki yaratıkların dinidir. Kur’an’ın öğretisine göre bilinen ilk insan bir Müslüman’dır ve bu anlamda İslam bir “akide” değil, “tabiatin dini”dir! (Bütün bu görüşler için bkz. Mazharuddin Sıddıki, İslam Dünyasında Modernist Düşünce)
Hindistan’lı modernistlerden bahsederken, sözün burasında Fazlur Rahman’ı anmadan geçmek, böyle bir yazı için şüphesiz büyük bir eksiklik olur.
Yukarıda Ubeydullah Sindi’nin, Tasavvuf’taki “vahdet-i vücut” öğretisini, değişik dinlerin aynı gerçeği değişik biçimlerde ifade edişi olarak takdim etmek suretiyle nasıl çarpıttığına değinmiştik.
Aynı doğrultuda davrananlardan birisi de Fazlur Rahman’dır. O bu konuda şöyle der: Onların (Tasavvuf ehlinin) bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevi göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar,. tarih boyunca karşılaşılan bütün dinî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur’an’ın öğretisinden o kadar uzak da değildir.”
Yine şu sözler de Fazlur Rahman’a aittir: “Şüphesiz, oluşumu sürecinde Kur’an, hayli bir oranda Yahudi-Hristiyan geleneğinden birşeyler kapmış ve ıslah etmiştir.”
Yine ondan bir başka pasaj: “Kitapları eksik olsa da hem Yahudiler, hem de Hristiyanlar Medine döneminde, Mekke’de olduğu gibi “bölücülükle” suçlanmak yerine birer dinsel topluluk olarak kabul edilirler. Bu da Yahudiler’in kendi hayatlarında Tevrat’ı, Hristiyanlar’ın da İncil’i uygulamalarının ve ona göre yaşamalarının caiz olmasını gerektirir.”
Yine Kur’an’ın, kendisinden önceki kutsal kitapları tasdik ettiğini söylerken, bununla Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid’in (yani bugün elimizde bulunduğu şekliyle Tevrat ve İncil’in) kastedildiğini söyleyen de Fazlur Rahman’dır.
Muhammed Abduh’un konumuz hakkındaki görüşleri de önemlidir. O, gerek tefsirinde, gerekse diğer bazı yazılarında kimi zaman Ehl-i Kitab’ın şirke düştüğünü söylerken, kimi zaman da onlarla aramızda esaslı bir fark bulunmadığını ifade etmekten çekinmez.
Mesela müşrik kadınlarla evlenmeyi mü’minlere yasaklayan 2/el-Bakara, 221 ayetini tefsir ederken şöyle der: “Bizimle Ehl-i Kitap arasındaki fark, Kitap ve Sünnet’le amel eden muvahhid ihlaslı kimseler ile bu iki kaynaktan inhiraf eden bid’atçiler arasındaki farka benzediğine göre, Ehl-i Kitap, Allah’ın hükmünde nasıl müşrikler gibi olur?
Bugün Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında gördüğümüz ayrılığa gelince, bunun sebebi idarecilerin ve önderlerin tutumudur. Eğer bizler ve onlar Kitab’ı dosdoğru tatbik edecek olursak birbirimize yaklaşır ve hep birlikte Kur’an’ın gösterdiği esasa ulaşmış oluruz…”
Yine talebesi R. Rıza’nın, Bahaîliğin, bütün dinlerin ve bunların kutsal kitaplarının doğru olduğu şeklindeki yaklaşımı hakkındaki kanaatini sorması üzerine şöyle demiştir: “Dinleri birbirine yaklaştırma meselesi, İslam dininin getirdiği hususlardandır.”
Bu cevabı verdikten sonra da, “De ki: Ey Ehl-i Kitap! Bizimle sizin aranızda müsavi olan bir kelimeye geliniz…” mealindeki 3/Âl-i İmrân, 64 ayetini okumuştur… (Onun bu görüşleri için el-A’mâlu’l-Kâmile’ye bakılabilir.)
Dinlerin birliği meselesi söz konusu olduğunda, sadece mutlak göreceliği kabul edip, tıpkı İhvan-ı Safa felsefesinde olduğu gibi, “bir dine inanmak, puta tapmaktan (müşrik ve dinsiz olmaktan) daha iyidir” diyenleri zikretmekle yetinmek doğru değildir. (Muhammed Abduh’u tam olarak bu çizgiye oturtmanın doğru olmayacağını burada belirtmeliyiz.)
Bu babda, inançları Kur’an tarafından eleştirilmiş ve reddedilmiş olan Ehl-i Kitab’ın durumunu “iyinin kötüsü” şeklinde değerlendirerek, “Kur’an’a ve Hz. Peygamber (s.a.v)’e inansalar iyi olurdu; ama bu, olmazsa olmaz bir şart da değildir” şeklinde özetlenebilecek düşüncelere sahip olanları da anmak gerekir.
Aslında birinci kategoride yer alanların –ki bu yazıda şu ana kadar bunların düşüncelerini özetlemeye çalıştık– iddialarının, ikincilere göre daha az tahripkâr olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Zira bunların iddialarının ne aklen, ne de naklen tutarlı olduğunu ileri sürmenin mümkün olmadığını söylemek için, Din ilimleri alanında uzmanlaşmış olmaya gerek yoktur; yüzeysel bir bakış ile dahi bu iddianın İslam kaynakları tarafından kökünden reddedildiğini görmek mümkündür.
İkinci kategoride yer alanlara gelince, kanaatimize göre bunlar tarafından son dönemlerde dillendirilmeye başlayan iddialar, diğerlerine göre daha “rafine” yöntemler kullandıkları için daha fazla dikkat edilmeyi hak etmektedir.
Bu grupta yer alanlar, mesela Hak Din’in İslam olduğunu söylemekle birlikte, Ehl-i Kitab’ın da neticede kurtuluşa ereceğini, İslam’ın, hakikat’in sadece “en mükemmel” şekli olduğunu, ancak diğer dinlerin (Hristiyanlık ve Yahudilik) de hakikat’ten tamamen uzak olmadıklarını, dolayısıyla onların da tıpkı Müslümanlar gibi Cennet’e –ama belki Cennet’in daha aşağı tabakalarına?– gireceklerini… söylemektedirler.
Düşünceleri itibariyle burada sözünü ettiğimiz ikinci gruba sokulabilecek isimlerden birisi Muhammed Hamidullah’tır. O şöyle der:
“… Burada söylenmesi uygun düşecektir ki, bütün insanları bu yeni dine (diğer bir ifade ile ezeli ve ebedi dine), yani İslam’a girmeye davet ederken Kur’an-ı Kerim, şayet Allah inancına sahip bir dine mensupsalar, bu davetine icabet etmeyip İslam olmayanları kinde dinlerine karşı ihmalkâr davranmaya asla çağırmamaktadır; aksine Kur’an-ı Kerim gayet açık ve seçik bir biçimde, bu gibi kimselerin kendi dinlerinin icaplarını yerine getirmeleri için ısrarlı bile davranmaktadır. (…) Ayrıca Hristiyanlar’ın sadıkane ve mü’minane İncil’deki esaslara uymaları ve bunları yaşamaları mecburiyetini ısrarlı bir şekilde tekrar eder, durur…”
Kazanlı Musa Carullah Bigiyef de bu meyanda ismi zikredilmesi gereken zevat arasındadır. “Rahmet-i İlahiye Bürhanları” isimli kitabında –sadece Ehl-i Kitab’ın değil– bütün ehl-i cehemmenin, cehennemde ebedi olarak azap çekmeyeceğini, bunların da belli bir zaman azap çektikten sonra cehennemden çıkarılarak cennete sokulacağını iddia eden Bigiyef’e, son Osmanlı Şeyhülislamı merhum Mustafa Sabri Efendi tarafından “Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi” adlı bir reddiye yazılmıştır. Bu reddiyede ortaya konan güçlü aklî ve naklî deliller karşısında Bigiyef, cevap vermeyip susmayı tercih etmiştir. (Burada belirtmek gerekir ki, kâfirler ve müşrikler için cehennem azabının ebedi olmadığı düşüncesinin tarihi daha eskilere, Mu’tezile ve Haricîler’e kadar gider. Daha sonra bu görüşün İbn Teymiyye ve talebesi İbnu’l-Kayyım tarafından da savunulduğunu görmekteyiz.)
Ülkemizde bu görüşün en hararetli savunucuları arasında Yaşar Nuri Öztürk’ün ismi öne çıkmaktadır. (Öztürk’ün görüşleri için bizim, “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi” adlı çalışmamızın I. cildine bakılabilir.)
Keza Süleyman Ateş de aynı düşünceyi savunanlar arasındadır. “Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri” adlı eserinde (IV, 332) bu düşüncesini açık bir şekilde ifade etmektedir.
Son olarak, dinlerin birliği meselesinde kimin ne söylediğini merak edip araştıranları bekleyen bir sürprize değinerek bu yazıyı nihayetlendireceğiz.
Ne yazık ki dinlerin birliği tezini savunanlar sadece İslam Modernistleri değil. Biraz yukarıda her ne kadar doğrudan bütün dinlerin özde bir olduğunu doğrudan söylemeseler bile, neticede bu tez ile aynı kapıya çıkacak görüşler benimseyerek cehennemliklerin de –ister Ehl-i Kitab’a, isterse Ateizm vs.’ye mensup olsun bütün kâfir ve müşriklerin– cehennem azabının ebedi olmadığını, cehennemin de bir süre sonra fena bulup, içindekilerin cennete gideceğini söyleyen Mu’tezilî ve Haricîlerle birlikte İbn Teymiyye, İbnu’l-Kayyım gibi zevatın da bulunduğunu belirtmiştik.
Modernizm’e temelden karşı olmakla birlikte, “mutlak hakikatin göreceliği”ni savunan “gelenekçiler”in mevcudiyeti bu noktada oldukça calib-i dikkat bir husustur.
Başını birtakım mühtedilerin çektiği bu zevata, Seyyid Hüseyin Nasr gibi “gelenek”in bayrağını taşıyan bir ismin de dahil bulunduğu, bir kenara not edilmelidir.
S.H. Nasr, 1985 yılında Kuzey Carolina Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta –ki “Makaleler” adıyla tercüme edilen yazılarının 1. cildinde (s. 9 vd.) yer almaktadır– aynen şunları söylemektedir:
“… Batıda dinler üzerinde yapılan çalışmalarda mevcut olan çeşitli yaklaşımlar ile ilgili bu kısa özetten sonra şunu söyleyebilirim ki, dinî hakikat ve “bizim” dinimizden başka dinlerin de olduğu bir dünyada evrensel anlamda dinî hakikat hakkında konuşabilme otoritesi sorunu, daha önce de adı geçmiş olan geleneksel okula başvurmakla çözülür. (…)
“Geleneksel bakış açısı, sadece Allah’ın (c.c) mutlak olduğunu, yani ancak O’nun “Ben” diyebileceğini ve bir kezden fazla “Ben” dediğini iddia eder. (…)
“Binaenaleyh Allah’a götüren rehber Hristiyanlar için Hz. İsa, Müslümanlar için Hz. Muhammed (s.a.v), Hindular için –sahte Hinduizm kafanızı karıştırmasın– Hindu “avatar”lar, yani Krişna ve Rama’dır. (…)
“Allah (c.c) Cebrail’i (a.s)b Arabistan’a ve anadili sözgelişi Çince değil de Arapça olan bir Araba göndermiştir. Dolayısıyla Allah’ın kelamı İslam’da Arap dilinin libasını giymiş ve vahyedildiği dünya olan İbrahimî dünyanın biçim ve görünüşünü kazanmıştır. Aynı şekilde Buda, Bo ağacı altında nura kavuşunca öğretilerini Hint dünyasının diliyle ifade etmiştir. O, Hz. Musa’nın Tur-u Sina’da aldığı buyruklardan değil de, “karma” ve “sangha”dan söz etmiştir. (…)
“Çeşitli dinlerden gelen batınî sesler, aynı hakikatı farklı dillerle ifade ediyor gibidirler. (…)
“Sonuç olarak, Hz. İsa’nın önemi ve parlaklığı bir anlamda kendi dışındaki herşeyi emmiş ve diğer tüm dinî alemleri silmiştir. fiu söylenebilir ki, Hristiyanlıkta Hz. İsa, uzayı aydınlatan tek güneş gibi iken; İslam’da Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın da içinde olduğu başka yıldızlarca aydınlatılan uzaydaki ay gibidir. (…)
“Diğer dinlerin geçerliliğini kabul edip Ruh’un diğer tecellilerine bağlı olanlarla barış içinde yaşamak vazifesinden ne Hristiyanlar, ne de diğer dinlere mensup olanlar kaçabilir…”
S.H. Nasr’ın, ilk şekliyle Rene Guenon, Frithjof Schuon gibi mühtediler tarafından ortaya atılıp geliştirildiğini söylediği ve kendisinin de “tüm içtenliğiyle” katıldığı bu bakış açısı, 21. yüzyıl Müslümanı için temel kaynaklarımızın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyması bir yana, karşı karşıya bulunduğumuz tehlike ve badirelerin ne kadar ciddi boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından da şayan-ı ibrettir!
Din gibi en temel bir kurumun bu şekilde flulaştırıldığı ve sofistike bir göreceliğe maruz bırakıldığı bu ortamda Hakk’a ulaşmanın en emin ve biricik yolu, bilincimize yeni bir şekil vermeyi hedefleyen çağdaş kavram ve yaklaşımları, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat itikadının ortaya koyduğu ilkeleri “çok iyi” özümsemiş olarak değerlendirmeye almak ve itikadımızdan “zerre miktarı” ayrılmamaya bütün gücümüzle gayret sarfetmekten geçmektedir.
İslâmî Edebiyat Dergisi – Nisan-Haziran 2002