Uzak ve yakın tarihimiz şahit ki, bir ve beraber olduğumuzda bileğimizi bükebilecek kimse çıkmadı.
Bir taraftan nice zaferlere imza atarken, diğer taraftan kültür ve medeniyet değerlerimizle dünyaya insanlık öğrettik.
Ne zaman aramıza tefrika ve ayrılık girmişse ateşlere dü ştük, ağır bedeller ödedik.
Hele de bir Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı mübarek Kitab’a inanan müslümanlar olarak kendi kendimizi zayıflattığımızda, bütün yeryüzünde güzellikler soldu, insanlık yolunu kaybetti.
Bizi Cenab-ı Hak yeryüzünün, insanlığın şahitleri olarak vasıflandırdı. Bizim güçsüzlüğümüz hakkın, adaletin zayıflaması anlamına geldi. Güç bir türlü doymak bilmeyen muhterislerin, sömürgenlerin eline geçti.
Artık yeniden Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamız gerekiyor. Birbirimizi sevmemiz, kusurlarımıza müsamaha ve dua ile karşılık vermemiz, kendimizi toparlamamız gerekiyor.
Aksi halde ne huzurumuz olacak, ne de gözyaşı dinecek.
“İnsan sosyal bir varlıktır” deriz. Bunun anlamı, insan denen canlının, hemcinsleriyle bir arada yaşamaya hem yatkın hem de muhtaç olarak yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple atamız Hz. Adem a.s.’ dan beri hep aileler, gruplar, cemaatler, cemiyetler, milletler olarak bir arada yaşayagelmişiz . Dayanışma, paylaş ma , uyum, sevgi-saygı, şefkat-merhamet… insana aslî karakterini veren, ama aynı zamanda ‘birlikte’ yaşandığında ortaya konabilen hususlardır.
Toplum bünyesi bir yönüyle canlı bir beden gibidir. Her biri ayrı fonksiyon ve yapıdaki uzuvlarımız, sağlıklı bir bünyenin kendisinden beklenen canlılık ve iş görürlüğü nasıl büyük bir uyum ve iş birliği ile gerçekleştiriyorsa, sağlıklı bir toplumsal hayat için de onu oluşturan farklı yapı ve yaratılıştaki bireylerin benzer şekilde bir uyum ve işbirliği içinde olması gerekir.
Aynı örnek üzerinden gidersek, fonksiyonunu ve kendisinden beklenen uyumu gerçekleştiremeyecek şekilde bir hasar ve sakatlığa maruz kalan bir uzvumuz nasıl bütün bedenimizin ahenk ve huzurunu olumsuz etkilerse, toplumsal ahenk ve huzur için kendisinden beklenenleri yerine getirmeyen, yani hasar ve arızaya maruz kalmış birey ve gruplar da aynı şekilde toplumsal huzur ve ahengi olumsuz şekilde etkiler.
Bizi bir arada tutan ne?
Evet, sağlıklı bir toplumsal hayat için, farklı yapı ve yaratılıştaki bireylerin uyum içinde olması gerekiyor. Peki bunu sağlayan nedir?
Şüphesiz her milletin kendine özgü karakter özellikleri vardır. Örf ve adetlerden kültüre, oradan da medeniyete kadar uzanan çizgide bu karakter özellikleri somuta dökülür, hayata yansır ve bir mensubiyet halesi oluşturur.
Bütün bunların temelinde elbette inanç vardır. Toplumun en temel yapı taşı olan bireylerin ortaklaşa benimseyip bağlandığı ve paylaştığı inanç… Ortak değerlerin en alt seviyesi diyebileceğimiz örf-adetten en üst seviyesi olan medeniyete kadar bir toplumun kendini ifade ettiği bütün alanlarda en temel belirleyici “inanç”tır.
Bir arada yaşamanın hem ilkelerini, hem de imkânlarını veren ‘inanç’, birbirimize dayanmanın ve bütünleşerek bir ‘beden’ oluşturmanın en önemli vasatıdır. Birbirimize ya da ortak değerlerimize inancın kaybolması halinde Kur’an’ın “öldürmeden daha beter” olduğunu haber verdiği ‘fitne’ (Bakara, 191) durumu ortaya çıkar ki, bireylerin de toplumun da iki cihan saadetini dinamitleyen en büyük hastalık budur.
Allah’ın ipine ‘hep birlikte’ sarılmak
Gerek Kur’an , gerekse Sünnet, müminlerin birlik ve beraberlik içinde bulunmasına büyük bir hassasiyet göstermiş, birlik ve beraberliğin kaybedilmesi halinde ortaya nasıl bir manzara çıkacağını çarpıcı ifadelerle dikkatlerimize sunmuştur.
Hepimizin çok iyi bildiği bir ayette, “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmu ştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” ( Âl -i İmran, 103) buyurulur .
Burada hep birlikte sarılmamız emir buyurulan “Allah’ın ipi” benzetmesi, Din’in temel kaynağı olan Kur’an’ı anlatmaktadır. Elmalılı Hamdi Yazır merhumu dinleyelim:
“(Ayette geçen, ‘Allah’ın ipi’ anlamındaki) Hablullah , Allah Tealâ’ya vuslat sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, rivayetlerde Kur’an , taat ve cemaat, ihlâs, İslâm, Allah’ın ahdi, Allah’ın emri diye tefsir edilmiştir. Bu ayetin cemaat ve içtimaiyyeti emir buyurduğunda şüphe yoktur. Bununla birlikte burada ‘cemaat’, Hablullah’ın aynısı değil, ona sımsıkı sarılmasının neticesidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 2/ 1153-1154 )
Bu ayeti birçok kimse “önce birlik ve beraberlik içinde olun ve sonra hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın” tarzında anlamakta ise de, Elmalılı merhumun dikkat çektiği gibi, bu hatalı bir anlayıştır. Topluca hareket etmemiz bizi Allah’ın ipine sarılmaya götürmez, tam tersine, Allah’ın ipine gereği gibi tutunduğumuz zaman bir arada ve birlik içinde yaşamanın imkanını elde etmiş oluruz.
Sünnet ve Cemaat Ehli olmak
Elmalılı merhumun mezkûr ayetin tefsiri sadedinde altını çizdiği “cemaat” kavramı, meselenin özünü oluşturmaktadır. “Allah’ın ipi”ne sımsıkı sarıldığımız takdirde oluşacak olan muhkem yapı, itikadımızı da, amelimizi de içine alacak şekilde bütün bir duruşumuzu ifade edecek kadar önemli ve kapsamlıdır. Madem ki Allah’ın ipine sarılmak bizi bir arada yaşamaya götürecektir ve Allah’ın ipine sarılmaktan başka bir seçenek söz konusu değildir; o halde şunu söylemek durumundayız: Eğer bir toplumda fitne, ayrışma ve tefrika varsa, o toplum Allah’ın ipine gereği gibi sarılmamış demektir!
İtikatta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğumuzu söylerken, aslında bu noktayı dile getirmiş oluruz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in ve kutlu Sahabe’nin yolu üzere bulunmak ve onlardan tevarüs ettiğimiz değerler etrafında “cemaat” halinde, yani “toplanmış” olarak, hep bir arada yaşamak, Allah’ın ipine sarılmanın tabii bir neticesidir.
Burada aklımıza, “Peki Allah’ın ipine sarılmanın yolu-yöntemi nedir?” diye bir soru gelebilir. Bu yerinde sorunun cevabını da elbette yine Kur’an ve Sünnet verecektir:
“Allah’a ve Rasulü’ne itaatten ayrılmayın ve birbirinizle çekişmeyin/nizalaşmayın; sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz gider ve sabırlı olun; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” ( Enfal , 46)
Bu ayette birlik-beraberliğin, yani “cemaat” olmanın üç ilkesi verilmektedir:
Birinci ilke, Allah Tealâ’ya ve Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e itaatten ayrılmamaktır. Kur’an ve Sünnet neyi nasıl emretmiş ise onu öylece tutmak, içimizde herhangi bir sıkıntı duymaksızın “teslim olmak”tır .
İkinci ilke, birbirimizle çekişmemektir. Bundan maksat, aramızda çıkabilecek görüş ayrılıklarını birbirimizi hırpalayarak, küstürerek ve birlik beraberliğimize zarar verecek şekilde davranarak çözme yoluna gitmemektir.
Ayette bunun aksini yaptığımız zaman başımıza gelecekler hakkında da son derece önemli bir uyarı yer alıyor: Birbirimizle didişecek olursak içimize korku düşecek ve gücümüz, kuvvetimiz dağılıp gidecektir.
Bu noktada sözü fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Genel olarak dünya müslümanlarının durumuna baktığımızda, küresel emperyalizm karşısında niçin bu kadar pasif, ürkek ve kompleksli bir İslâm dünyası gördüğümüz sorusunun cevabı buradadır. Aynı durumun ülkemiz için de söz konusu olmaması, hiç şüphe yok ki, yine yukarıdaki ayetin uyarısına kulak vermemize bağlıdır.
Ve ayetteki üçüncü uyarı: Sabredin! Cemaat (toplum) halinde ve birlik-beraberlik içinde yaşarken karşılaşabileceğimiz olumsuz durumlar, çeşitli sıkıntı ve meşakkatler olabilir. Toplumsal bünyeye fitne mikrobunun bulaşmasına vesile olmaktansa, sabretmemiz halinde Yüce Rabbimiz, yardım ve lütfuyla bizim yanımızda olacağını beyan buyurmaktadır.
Abdullah b. Ömer r.a.’den şöyle nakledilmi ştir:
Hz. Ömer r.a. Câbiye mevkiinde bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında orada bulunanlara şöyle dedi:
Ey insanlar! Allah Rasulü burada, şu bulunduğum yerde şöyle buyurmu ştu. “Size ashabımı vasiyet ediyorum. Sonra onların ardından gelenleri; sonra onların ardından gelenleri… Bir de cemaat olun. Birbirinizden ayrılmayın! Şeytan bir kişiyle (tek başına hareket edenle) beraberdir. İki kişiden ise olabildiğince uzaktır. Cennetin ortasında yerleşmek isteyen cemaate bağlı kalsın.” ( Tirmizî )
Konuyla ilgili olarak zikredilebilecek pek çok hadis-i şerif arasından seçtiğimiz bu rivayet, meselenin önemini ve ciddiyetini yeterince açık bir şekilde anlatmaktadır. Yüce Allah’ın rahmeti de, lütuf ve ihsanı da birlik-beraberlik halinde bulunan toplumlaradır.
Cemaatin anlamı
‘Fırka-i Nâciye’ (Kurtuluşa eren fırka) da denen ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’ (veya Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat) tabirindeki ‘Sünnet’in ne olduğu açıktır. Acaba buradaki ‘Cemaat’ neyi anlatmaktadır? Bu sorunun cevabı konumuz bakımından son derece önemlidir.
Genellikle hatalı olarak bu kelime, “insanların ekseriyeti neredeyse orada olmak” ve “hangi esaslar üzerinde toplanmış olurlarsa olsunlar, çoğunluğun yanında yer almak” şeklinde anlaşılır. Oysa bu kelime “hakkın temsilcisi olma”yı ifade etmektedir. Her ne kadar tarih içinde ‘Fırka-i Nâciye ‘ taraftarları genellikle çoğunluğu teşkil etmiş ise de, bunun tersinin vaki olduğu durumlar da yok değildir.
Söz gelimi İslâm tarihinde ‘ mihne ‘ diye adlandırılan ‘ Halku’l – Kur’an ‘ fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen ‘hak taraftarlığı’ sayıca az bir kesimce üstlenilmişti. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, ‘ Ehlu’s – Sünne ve’l – Cemaa ‘ tabirindeki ‘Cemaat’i oluşturuyordu. Dönemin Abbasî hükümdarı Mu’tezile inancını benimsemişti ve avaneleri zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: “Ey Müminlerin Emiri ! Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan bâtıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”
Abdullah b. Mes’ud r.a ., öğrencisi Amr b. Meymûn’a ‘Cemaat’i açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün cemaatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın hakka uygun tavırdır.”
Bir diğer rivayette; “Cemaat, Allah Tealâ’ya taate uygun olan tavırdır.” şeklinde nakledilmi ştir. (Ebu Şâme, el-Bâ’is, 27)
‘Cemaat’ ve ‘Sünnet’ kavramları arasındaki lazım- melzum ilişkisi (bunların birbirini gerektirmesi) de bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Zira hakkın temsilcisi anlamında ‘cemaat taraftarı’ tabiri tek başına kullanıldığında, içinden çıkılmaz bir görecelikle karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır: Neye ve kime göre hak?
Ebu Şâme’nin yukarıda verdiğim yerde tesbit ettiği gibi ‘hak’, Asr -ı Saadet’te Hz. Peygamber s.a.v. ve ilk ‘cemaat’ olan Sahabe’nin üzerinde bulunduğu yoldur. Dolayısıyla ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’ ifadesindeki Cemaat, Sahabe cemaatinin tabi olduğu ‘Sünnet’in temsil ettiği değerler manzumesinin ifadesidir ki, bunlar ‘ hakk’ın ta kendisidir.
Böylece ‘hak’” kavramının izafiliği, değişkenliği üzerine bina edilebilecek iddialar da geçerliliğini yitirmektedir. Bir şeyin hem ‘hak’ olması, hem de herkese göre değişebilen muhtevalara bürünmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. İslâmî metinlerde oldukça sık rastlanan ‘ Ehl -i Hak’ tabirinin de bu anlamda Sünnet’in temsil ettiği hakikati idrak edip benimseyenleri anlattığını söyleyebiliriz.
Her bid’at bir ayrılık unsurudur
Tabiûn döneminde ve sonrasında zuhur eden itikadî fırkaların, itikadın belirlenmesinde Sünnet’i ölçü olarak görmemeleri, dolayısıyla Sünnet’le sabit olmuş hususları çeşitli gerekçelerle dışlayarak, Asr -ı Saadet’te izine rastlanmayan itikadî tavırlar benimsemeleri, ‘ ehl -i bid’at ‘ olarak tavsif edilmelerinin temel sebebidir. Bu bağlamda bid’atin Sünnet karşıtı bir tabir olarak kullanılmasının esprisi de burada yatmaktadır. Bid’atler üzerine eser yazan ulemanın, bid’ati , “Hz. Peygamber s.a.v. ve Sahabe döneminde bilinmediği halde sonradan ihdas edilen şeyler” olarak tarif etmesi boşuna değildir.
Temel itikadî meselelerde Cemaat’in, yani Sünnet’in karşısında yer alan bu fırkalar, tarih boyunca fitnenin ve tefrikanın merkezinde yer almış, İslâm toplumunun kan ve enerji kaybetmesine sebep olmuştur. Hz. Ömer r.a.’ ın şehid edilmesiyle ba ş layan , Hz. Osman r.a.’ ın şehadetiyle daha da büyüyerek devam eden toplumsal fitne ve tefrika, Ümmet-i Muhammed’in bugün bile ortadan kaldıramadığı ayrışmaları, bölünmeleri ve parçalanmaları doğurmuştur.
Bu noktada çoğunlukla yaşadığımız bir yanılgı haline dikkat çekmemiz gerekiyor: Bid’at fırkalardan bahsedildiğinde, sadece bin küsür yıl öncesinde kalmış bazı oluşumlardan bahsedildiği düşünülür. Oysa Ehl -i Sünnet çizgiyle, onun ilke ve kabulleriyle bağdaşmayan her oluşum bid’at kavramının içindedir ve bugün yaşadığımız pek çok fikrî ve toplumsal hadisenin doğru açıklaması ancak bu temelde yapılabilir.
Adlarının herhangi bir ideolojik, fikrî, itikadî ya da siyasî çağrışım yapması, Ehl -i Sünnet dışı oluşumların ehl -i bid’at olmasını engellemez. Tıpkı tarih içinde zuhur etmiş bid’at ehli gruplar içinde iddia ve söylemleri Din’in çizdiği çerçevenin dışına çıkanlar bulunduğu gibi, aynı durum günümüzde de söz konusu olabilir. Dolayısıyla adı ne olursa olsun günümüz ehl -i bid’atı da iddia ve söylemlerinde hem dünyevî, hem de uhrevî bakımdan bizim için büyük tehlikelerin adresidir.
——————————————————
Bugünkü Toplum Bünyemiz:
Kimin Akıntısına Kürek Çekiyoruz?
Yukarıda yer verdiğimiz tesbitler , birlik-beraberlik ruhunu yaşatmanın dinî ve toplumsal açıdan önemini ortaya koymakta ise de, özellikle günümüzdeki duruma ilişkin ayrı bir fasıl açmamız gerekiyor. Tefrikanın, ayrışmanın ve bölünmenin, ‘özgürlük’, ‘tercihlere saygı’ gibi sloganlarla alabildiğine özendirildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz.
‘Büyük aile’ tipinden ‘çekirdek aile’ tipine geçmemizde de, şefkat ve merhamet timsali aile büyüklerinin yerini sevgisiz büyüklerin, edep ve saygı örneği gençlerin yerini saygısız küçüklerin almasında da aynı hastalık baş rol oynuyor: Modernleşme.
“Ben siftah yaptım, öteki alışverişinizi de komşu bakkaldan yapın.” diyebilen esnaf, iftar sofrasına garibansız oturmayan ev sahibi, ‘alan el’ almakla rencide olmasın ve ‘veren el’ vermekle gurura, riyaya bulaşmasın diye ‘sadaka taşı’ uygulamasını keşfeden toplum nerede şimdi? İzmit depreminin yaşattığı acı ve ızdırabı , çocuk kaçırmak, talan ve soygun yapmak için vesile edinenler bizim insanlarımız mıydı?
Şuurumuzu biraz uyanık tuttuğumuzda fark etmekte gecikmiyoruz ki, bu aslında bize ‘dayatılan’ bir birey, aile ve toplum modelidir. Örnek aldığımız toplumların bildiği tek tarz budur ve biz onlar gibi olmaya karar verdiğimiz için bizi kendilerine benzetmek istemeleri gayet normal. Peki bize ne oluyor?
Sahip olduğumuz değerler ve ait olduğumuz kültür ve medeniyet bize her zaman bir arada olmayı, birbirimize dayanarak ayakta durmayı öğretti. Biz bu sayede geçmişte muhteşem medeniyetler kurduk, insanlığa insanlık öğrettik.
Şimdi aynı ailenin bireyleri, aynı mahallenin sakinleri, aynı milletin mensupları ve aynı dinin bağlıları arasındaki şu uçurumlara bir bakın! Birbirimizle ayrışmak ve gayrılaşmak için adeta özel bir çaba sarf ediyor gibiyiz. Bu topraklar üzerinde yüzyıllar boyunca bir arada uyum içinde yaşayan bizler, “…Sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, tanışasınız.” (Hucurat, 13) diyen bir Kitab’ın müminleri olarak taşıdığımız etnik ve kültürel farklılıkları birer ayrışma unsuru değil, kaynaşma vesilesi kılmayı bildik.
Günümüzde birer ayrışma ve parçalanma vesilesi olarak öne çıktığı görülen etnik farklılıklarımızın, cemaat aidiyetlerimizin ve benzeri diğer ‘özel’liklerimizin aslında dozu iyi ayarlandığı zaman birer toplumsal renklilik ve canlılık vesilesi olduğunu bilen bir geçmişten geliyoruz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in , savaşlarda her kabileye ayrı bir sancak vererek farklılıkları tatlı rekabetlere dönüştürdüğünü biliyoruz.
Kore savaşı sırasında bir kısım Batılı devletlerin askerleri yanında bir miktar bizim askerimiz de Kuzey Kore’nin eline esir düşer. Bir süre sonra bu esirler serbest kalır ve ülkelerine döner. Batılı askerlerin, ülkelerine döndüklerinde psikolojik problemler yaşadıkları gözlenir. Bu ülkeler konunun Türkiye boyutunu öğrenmek için uzmanlardan oluşan bir ekip kurarak ülkemize gönderirler. Kore’de esir kalmış askerlerimiz üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucunda, hayata hemen adapte olduklarını ve herhangi bir psikolojik problem yaşamadıklarını hayretle müşahede ederler. Elbette sebebi anlamakta da geç kalmazlar: Büyük aile modelinin sağladığı dayanışma ve paylaşma…
Bizler, gerçekten özel bir tarihin ve coğrafyanın çocuklarıyız. Böyle olduğumuz için de dost-düşman herkesin gözü tarih boyunca hep üzerimizde oldu. Tarihten tevarüs ettiğimiz tecrübeler, bize birlik-bütünlük ruhunun ne büyük badireler atlatmamızı sağladığını yeterince öğretmiş olmalı.
Ders alalım ki tarih bir daha tekerrür etmesin!
Semerkand Dergisi – Kasım 2005