Çağdaşlık ve Hakikat

Ebubekir Sifil2004 Yılı, Dergi Yazıları, Dergilere Göre, Semerkand Dergisi, Yıllara Göre

“Çağ dışı” nitelemesini hayatın bütün alanlarına tesir edecek şekilde kullanmak, çağdan çağa, mekândan mekâna ve insandan insana değişiklik göstermeyen “hakikat”e yapılan en büyük haksızlıktır. Zira “hakikat”in en temel özelliği, “ölçü” olmasıdır.

Modernizm’in dünya hakimiyeti, adına “klasik/geleneksel” dediği hayat tasavvurunu ve onun dinî, kültürel, toplumsal, bireysel… bütün pratik yansımalarını “çağ dışı” ilan etmesiyle mümkün olmuştur. Bunu da çok büyük ölçüde, kendine özgü anlamları bulunan kavramlar üreterek ve o kavramları türlü propaganda/telkin metotlarıyla insanların bilinç altına zerk ederek yapmıştır. Bu operasyon tamamlandığı zaman, insanlar bir şey hakkında hüküm verirken, muhakemelerini işletmeden, kendilerine benimsetilmiş hazır kalıplar doğrultusunda hareket etmeye başlar.

Abluka altında kalan zihinler


Söz gelimi yukarıdaki paragrafta tırnak içinde verdiğimiz “çağ dışı” nitelemesi, aslında kavramsal bir ağırlığa sahiptir. Öyle ki, bir fikir, düşünce veya tutumun “çağ dışı” olduğu söylendiği zaman, onun “kötü, yanlış ve geçersiz” olduğu ifade edilmiş olur.

Oysa “çağ” bir zaman dilimidir ve değer ölçüsü değildir. Her zaman diliminin olduğu gibi, içinde yaşadığımız zaman diliminin de hem değişebilen telakkileri, hem de değişmez değer ölçüleri vardır. “Çağ dışı” nitelemesi, hakkında kullanıldığı şeyin, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşayanların genel kabulüne uymadığını anlatır.

İyi ama içinde bulunduğumuz çağda oldukça fazla sayıda değer ve telakkinin mevcudiyeti bir gerçek değil midir? Herhangi bir şeyin “çağ dışı” olduğu söylendiğinde, bu hüküm, hangi dine, kültüre ve değer yargıları sistemine bağlı olanlar nazarında geçerlidir? Müslümanlara göre mi, Hıristiyan, Yahudi veya Budistler’e göre mi? Yoksa Türkler’e, Araplar’a, Çinliler’e, Amerikalılar’a veya Ruslar’a göre mi?

Sözünü ettiğimiz “kavram tasallutu”, günlük konuşma dilimize o denli yerleşmiştir ki, mesela Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethinden bahis açıldığında, hemen hepimizin aklından Fatih’in “çağ açıp çağ kapattığı” geçer. Bunun ne anlama geldiğini hiç düşündünüz mü?

İstanbul’un fethinin, Osmanlı ve İslâm dünyası için anlamı elbette büyüktür; ancak fetih olayı ne Osmanlı’da, ne de genelde İslâm dünyasında bir dönemin kapanıp, başka/yeni bir dönemin açıldığını söylememize imkân verecek bir değişikliğe yol açmıştır.

İstanbul’un fethi, ancak Batılılar/Hıristiyanlar için bir çağın kapanıp diğerinin açılması anlamına gelir. Zira İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın kapanıp Yeniçağ’ın açılması, Batı’da yaşanan Rönesans hareketlerinin ortaya çıkması anlamına gelir. Bilimde, dinde, felsefede… yaşanan bu köklü anlayış değişikliği sadece Batı aleminde meydana gelmiş bir dönüşümü ifade eder. Zaten İstanbul’un fethinin çağ açıp çağ kapattığı, Batılılar tarafından (kendi dünyalarında yol açtığı değişimi ifade etmek üzere) söylenmiştir.

İslâm dünyasında ve Osmanlı’da ise fetih, herhangi bir sahada böyle keskin bir dönüşüme yol açmış değildir. İstanbul’un fethine kadar sosyal hayatta, din telakkisinde ve hayat tarzında görülen durum ne ise, fetihten sonra görülen de odur.

Çağlarüstülük ve çağ dışılık


“Çağ dışı” nitelemesini hayatın bütün alanlarına tesir edecek şekilde kullanmak, çağdan çağa, mekândan mekâna ve insandan insana değişiklik göstermeyen “hakikat”e yapılan en büyük haksızlıktır. Zira “hakikat”in en temel özelliği, “ölçü” olmasıdır. Yani herhangi bir şeyin değerini veya değersizliğini, doğruluk veya yanlışlığını, hakikate bakarak tayin ederiz.

Bir an için, uzunluk ölçü birimi olarak kullandığımız “metre”nin standart/değişmeyen bir uzunluğu anlatmadığını tasavvur ediniz. Bunun yol açacağı karmaşanın boyutlarını düşünebiliyor musunuz? Böyle bir durum, uzunlukla ilgili hiçbir işin yapılamayacağı anlamına gelecektir. Dakik teknik işlemler bir yana, elbiselik kumaş veya üstüne ev yapılacak arsa dahi alamazsınız. Aynı durum ağırlık, hacim gibi ölçü birimleri için de geçerlidir.

Bu basit benzetmeden yola çıkarak “hakikat”in de değişmemesi gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Değişmez bir ölçü olmadan neyin yanlış neyin doğru, neyin sahte neyin gerçek olduğunu nasıl tayin edebiliriz?

Elimizde öyle bir ölçü olmalı ki, her zaman ve mekân için geçerliliği garanti edilmiş bulunmalı. Ancak böyle bir ölçü bize muhtelif değer yargıları konusunda mihenk olabilir. İşte bu ölçü, “çağlar üstü hakikat”tir ki, onun geldiği kaynak, zamana ve mekâna arız olan her türlü gel-gitten münezzeh ve insana arız olan her türlü zik-zaktan müberradır.

Bu hakikat bize kendisini “furkan” olarak tanıtıyor. Furkan… Yani iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, gerçek ile sahteyi, beyaz ile karayı birbirinden ayıran ölçü…

Hz. İbrahim a.s.’ın, güneşin ve ayın ilâh olamayacağını söylerken yürüttüğü muhakemeyi hatırlayınız: Bunlar batıp gidiyor; batıp giden bir şey ilâh olamaz. Gerçek ilâh, batıp gitmeyen, başka bir varlığın mevcudiyetinden etkilenmeyen ve onun ortaya çıkmasıyla gölgede kalmayan bir varlık olmalı…

İşte güneş ve ayın, Yüce Allah’ın varlığı karşısındaki durumu, insanın gelip geçici heveslerinin hakikat karşısındaki durumu gibidir. İnsanın bu hevesatının vücut verdiği değer yargıları, hakikatin “çağ dışı” olduğunu söylerse, buna ancak gülünür.

Sabit hakikat, değişken telakkiler


Hz. Ali r.a. “Hakkı kişilere göre değerlendirme! Hakkı öğren ve kişileri hakka göre değerlendir.” diyor. Şurası gün gibi aşikâr ki, günümüzde dünyaya “evrensel değer yargıları” olarak dayatılan hususlar Batı kaynaklıdır. Batı dünyasının kendi tarihsel ve kültürel geçmişinden süzülüp gelen bu değer yargılarının o tarihe ve kültüre ait olmayan bizler ve başkaları için geçerli olduğunu ileri sürmenin bir tek mantığı vardır: Batı’nın askerî, ekonomik ve kültürel konumu karşısında düşülen aşağılık kompleksi.

Kur’an, insan kaynaklı hevesat ile değişmez hakikati son derece çarpıcı bir benzetmeyle şu şekilde ifade ediyor:

“Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde baki kalır.” (Raad, 17)

Dün doğru dediğine bugün yanlış diyen, dün benimsediğini bugün terk eden insan, değer yargılarını da bu gelip geçici heva ve hevesleri doğrultusunda oluşturuyor.

Çağdaş değer yargıları dediğimiz hevesat, köpük misali geçici iken, yeryüzünde kıyamete kadar baki kalacak olan hakikati “çağ dışı” ilan etse ne çıkar?

Semerkand Dergisi – Mayıs 2004