Cihad, dinimizin büyük önem verdiği ibadet ve görevlerden biri. Yeryüzünde hakkın ve adaletin sağlanması, İslâmî bir hayatın inşası ve devamı, nesillerin kötülüklerden korunması, bu görevin layıkınca yapılmasına bağlı.
Cihad kelimesi ilk bakışta savaşmayı çağrıştırsa da anlamı bununla sınırlı değil. Günümüzde cihadın anlam genişliğini fark etmek, çağımızın gerekli kıldığı cihad tarzına özel önem vermek zorundayız.
Bugün kişinin ve toplumun hangi yollarla etkilendiğini ve dönüştüğünü düşününce, konuya nereden yaklaşmak gerektiği kolayca anlaşılır.
Allah Tealâ bu ümmeti bütün insanlık içinden özel olarak seçmiştir. Bunun tabii sonucu olarak da onu birtakım mükellefiyetlere muhatap kılmış ve birtakım özelliklerle donatmıştır. Bu sorumluluk ve özellikler Ümmet-i Muhammed’den başkasında mevcut değildir.
Bunların neler olduğunu görmek için, herhangi bir Kur’an fihristini incelemek yeterlidir. Müminlerden bahseden ayetlerin topluca sunulduğu konu başlıkları altında, Yüce Kitabımız’ın bizi hangi hususiyetlerimizle andığı ve bizlere hangi sorumlulukları yüklediği kolayca görülecektir.
Ümmet-i Muhammed, “insanlık için” ortaya çıkarılmış “en hayırlı” ümmettir. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği güçlü biçimde vurgulamaktadır: “Siz, insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emreder, münkerden sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmran, 110)
Yukarıda tırnak içinde verdiğimiz iki husus, yani “insanlık için” ortaya çıkarılmış olmak ve “en hayırlı” ümmet olmak, hiç şüphesiz bu ümmetin insanlık alemine dönük fonksiyonunu dikkatimize sunmaktadır. Yani bu ümmet sadece bütün faziletleri kendisinde toplayan bir topluluk değildir. O, aynı zamanda diğer insanlar için en hayırlı olan yolu gösterme, temsil etme ve o yol üzerindeki engelleri temizleme görevini de üstlenmiş olmaktadır.
Bu noktayı çarpıcı biçimde ifade buyuran bir ayette şöyle buyurulur: “Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O sizi seçti; üzerinize dinde hiçbir güçlük de kılmadı. Babanız İbrahim’in dinine uyun…” (Hacc, 78)
Cihad aslında insan nefsine en zor gelen emirlerden biri olduğu halde bu ayet-i kerimede “hakkıyla cihad” emrinden sonra “üzerinize dinde bir güçlük kılmadı” buyurulmuş olması son derece anlamlıdır. İslâm hakkında önyargılı davranan birtakım Batılıların, müslümanların bütün dünyayı müslümanlaştırana kadar savaşmakla emrolunduğu şeklindeki garazkâr propagandasının ne kadar temelsiz olduğu buradan rahatlıkla anlaşılabilir.
Cihad temel bir ibadettir
Yukarıda mealini zikrettiğimiz ayet-i kerimede yer alan cihad emri, müfessirlerin beyanına göre üç anlama gelmektedir:
1. Düşmanla cihad,
2. Şeytanla cihad,
3. Nefsle cihad.
Meşhur müfessirimiz Elmalılı merhum, tefsircilerin bu anlamlardan birisini tercih noktasında ihtilaf ettiğini belirterek şöyle der: “Evlâ olan, (ayetteki emrin) bu üç kısmın üçüne de şamil olmasıdır.” (Elmalılı, 5/532). Yani bu ayetteki “cihad edin” emri, hem düşmanla savaşmayı, hem de şeytan ve nefsle mücahedeyi kapsamına almaktadır.
Alimlerimiz, “cihad” kelimesinin bünyesindeki bu farklı boyutları anlatmak üzere, bu kelimeyi sadece düşmanla savaşmayı anlatacak şekilde kullanmış, şeytan ve nefsle mücadeleyi ise –yukarıda kullandığımız şekilde– “mücahede” kelimesiyle ifadeyi tercih etmiştir. Bu, üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir inceliktir.
Ancak bu söylediğimiz, Kur’an’-da yer alan cihad emirlerinin tamamı için söz konusu değildir. Kâfirlerle ve münafıklarla cihadı emreden, yahut “mukatele edin” ifadeleriyle gelen ayetler, inkârcılarla fiilî bir şekilde savaşın da doğrudan doğruya emredildiğini gösteren örneklerdir.
Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnızca Allah Teâla’ya ait oluncaya kadar inkârcılarla savaşı emreden ayet-i kerimeyi (Bakara, 193) ve ilgili diğer ayet ve hadisleri dikkate alan ulema, cihadın Ümmet-i Muhammed üzerine farz-ı kifaye olduğunu söylemiştir. (İmam es-Serahsî, el-Mebsût, 6/123; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 18/303.)
Yani Ümmet’in bir kısmı yerine getirdiğinde diğer fertler üzerinden mükellefiyetinin düştüğü, ancak herkesin ihmal etmesi halinde herkesin vebal altında kalacağı ibadetlerdendir cihad. Tıpkı emr-i ma’ruf gibi, tıpkı ilim öğrenip öğretmek gibi, tıpkı cenaze namazı gibi…
Elbette fiilî bir düşman işgali vuku bulduğunda ilan edilen seferberlik hali gibi durumlarda farz-ı kifaye, farz-ı ayn’a dönüşür ve eli silah tutan herkesin cihada katılması farz olur. Ancak bu gibi durumların devamlılık arz etmediğini, dolayısıyla cihadın farz-ı kifaye olduğu gerçeğini etkilemeyeceğini belirtelim.
Cihadın hedefi
Bu temel ibadet, birçok hayatî maslahatın elde edilmesi, inkârdan kaynaklanan şer, fitne ve bozgunculuğun da önünün alınması anlamına geldiği için hayatî önemdedir. Yeryüzünde hakkın ve adaletin sağlanması, mazlum ve kimsesizlerin korunması, haklının hakkının savunulması, her türlü sömürü ve istismarın kökünün kazınması… gibi temel insanî değerler ancak cihad sayesinde korunup geliştirilebilir. Bunlardan vaz geçilmesi ise yeryüzünü gücün ve zorbalığın eline teslim etmek demektir ki, Kur’an bu gibi durumlara fesat/bozgunculuk demektedir.
Bu temel fonksiyonun bir göstergesi olarak cihad ibadetinin faziletini ve müminler için arz ettiği önemi ifade eden ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, mümin kişiliğinin tabii olarak cihad şuuru etrafında şekillenmesini gerekli kılmıştır.
Bu şuurun en temel yansıması şudur: Hayattan hayata fark olduğu gibi, ölümden ölüme de fark vardır. Mümin, hayatı Allah Tealâ’nın rızası ve muradı doğrultusunda yaşadığı gibi, son nefesini de aynı gaye istikametinde vermek ister. Mümin için hayatı nasıl yaşadığı kadar, son nefesini nasıl verdiği de önemlidir. Bu sebeple her mümin, “şehitlik mertebesi” dediğimiz yüce mertebeye erişerek ruhunu teslim etmek ister.
Bu şuur hali sayesinde yatakta gelen ölümde bile şehadet şerbeti içmek mümkündür mümin için. Müslim, Ebu Davud ve daha başka hadis imamlarının naklettiğine göre Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Allah’tan samimi bir şekilde şehitlik isteyen kimse yatağında ölse bile Allah onu şehitlik mertebesine yükseltir.”
Peygamberlik gibi bir zirve noktasında bulunan Alemlerin Efendisi s.a.v. dahi, “Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)’a yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülüp diriltilmek, tekrar öldürülüp diriltilmek, tekrar öldürülüp diriltilmek isterim.” (Buharî) buyurarak şehitliğin ne kadar yüce bir mertebe olduğunu dile getirmiştir.
Cihad ve kıtal
Günümüzde genellikle yanlış ya da eksik anlaşılan bir husus var: Zannedilir ki cihad emri sadece düşmanla fiilî savaş yapmaktan ibarettir; hiçbir ön şartı ve ilkesi yoktur ve sadece öldürmek amacıyla yapılır.
Oysa cihad “öldürmek” için değil, tam tersine “yaşatmak” için girişilen bir eylemdir. Toplum hayatının sağlıklı işlemesi için huzuru ve asayişi bozan birkaç suçlunun cezalandırılması nasıl kaçınılmaz ise, yeryüzünde zulüm işleyip haksız yere kan döken, gücünün yettiğini ezip sömüren, hak-hukuk tanımayan ve insanlıkla bağdaşmaz işler yapan toplum ve sistemlerle mücadele de aynı şekilde kaçınılmazdır.
En genel anlamda cihad şu iki temel hedefi gerçekleştirmek için yapılır:
1. Allah Tealâ’nın insanlığa mesajının yüceltilmesi (i’lâ-yı kelimetullah), Allah’ın mülkü olan yeryüzünde yine O’nun muradının tecelli ettirilmesi,
2. Fitne ve fesadın önlenmesi, şerrin, zulmün ve her türlü çirkinliğin ortadan kaldırılması.
Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Fiilî cihadda başarıya ulaşmanın yolu, buna layık ve ehil olmaktan geçmektedir. Bu da hem bilgi, hem de “hal” olarak belli bir seviyede olmayı gerekli kılar.
Dolayısıyla itikadında, amelinde ve ahlâkında arıza bulunan ve yeterli bilgi birikimine sahip bulunmayan fertlerden oluşan birliklerin savaşta başarıya ulaşması mümkün olsa bile, elde edilen neticenin Allah’ın rızasına erişmekle sonuçlanması mümkün değildir.
Yukarıda zikrettiğimiz iki temel amaca ulaşabilmek için son noktada fiilî savaş kaçınılmaz olabilir. Zira “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.”
Ancak cihadın sadece “savaş ve çatışmadan ibaret olmadığını, başka birçok aşama ve çeşidinin de bulunduğunu bilmek durumundayız.
Cihad emrinin hakkıyla yerine getirilebilmesi ve sonuç getirici olması, ancak sözünü ettiğimiz aşama ve çeşitlerin dikkate alınarak yapılmasına bağlıdır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Cihadın aşamaları
Efendimiz s.a.v.’in mübarek sîretini incelediğimizde, 23 yıllık peygamberlik hayatında fiilî savaş aşamasına gelene kadar şu süreçlerden geçildiğini tesbit ediyoruz:
1. Örneklik: Cihad eden kimse, insanlara hak ve hakikat diye anlattığı hususlara önce kendisi inanacak ve onları birer hayat düsturu olarak fiilen hayatına aktaracak. Özüyle sözü, sözüyle tavrı arasında farklılık/tutarsızlık olan kimsenin sözünün kâle alınmayacağı açıktır.
Burada sadece ferdin değil, toplumun örnekliği de son derece önemlidir. İnkârcı toplumlara anlatacağımız örnek toplumu, önce kendimiz oluşturmak durumundayız. Böylece anlattığımız hususların hayal değil, elle tutulur şeyler olduğu görülmeli.
Bu noktada gösterilebilecek en küçük bir ihmal, tebliğe de davaya da büyük zararlar verebilir. Günümüzde müslüman denince özellikle Batı toplumlarında akıllara nasıl bir insan tipinin geldiği malumdur. Evet, burada propaganda ve dezenformasyonun rolünü inkâr ediyor değiliz. Ancak, şu sorunun cevabı önemlidir: Acaba İslâm’ın evrensel ve ebedi güzelliklerini fiilen gösterebileceğimiz örnek bir toplum olabilseydik, kara propaganda bu kadar kolay yayılabilecek miydi?
2. Bilgi ve hikmet: “Tebliğ” de diyebileceğimiz bu aşamada davasını her muhatabın anlayacağı seviye ve kıvamda sunacak bilgi birikimi şarttır. Muhatabın kimliğini, içinde yaşadığı sosyal ve kültürel ortamı, inançlarını ve değer yargılarını bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir. Sadece bilmek yetmez, aynı zamanda bildiğini –Kur’an’ın tabiriyle– “hikmet ve güzel öğütle” anlatabilecek donanımda olmak da gerekir.
Vârisi bulunduğumuz medeniyetin özellikleri, insanlığa neler kazandırdığı ve ortadan kalkmasıyla insanlığın neler kaybettiği, bırakalım yabancıları, bizim insanımız tarafından dahi yeterince idrak edilebilmiş değildir. Dolayısıyla elimizdeki her türlü imkânı seferber ederek öncelikle kendi insanımıza ve toplumumuza, ardından da insanlığa İslâm’ın diriltici soluğunu ulaştırmak için eğitimli insan yetiştirmenin üzerimize farz olduğunu unutmamalı.
3. Organize ve sistemli çalışma: İnsanlığa hakkı ve hakikati ulaştırmak gibi temel bir amaç, örgütlü ve sistemli faaliyet olmadan gerçekleştirilemez. Ne ferdî çabalar, ne de sistemsizliğin ve karmaşanın hakim olduğu faaliyetler bu alanda sonuç getirebilir. Yetişmiş insanların örgütlü faaliyetler çerçevesinde gayret göstermesi bu noktada elzemdir.
Bütün bunların, maddi ve manevi planda fedakârlık ve feragat isteyen hususlar olduğu açıktır. Dolayısıyla bir ferdin veya topluluğun uhdesine terk edilemeyecek, ancak bütün Ümmet’in müşterek sorumluluğuyla yerine getirilebilecek büyük bir meseleden bahsettiğimizin farkında olmalıyız.
Burada bir noktanın daha altını çizelim: Bütün bu söylediklerimiz, yapay ve kurgusal faaliyetler olarak düşünülmemelidir. Asıl olan, bu faaliyetlerin hayatın tabii akışı içinde, tabii seyri içinde yapılmasıdır. İslâm ideoloji değildir; dolayısıyla İslâm adına ortaya konulacak herhangi bir faaliyetin de yapay olmaması esastır.
Cihadın türleri
Cihadla ilgili ayet ve hadisler bir bütün olarak ele alındığında, muhtevası, muhatabı ve yapılış tarzı bakımından birbirinden farklı cihad türlerinin bulunduğu görülecektir. Yazının başlarında zikrettiğimiz gibi nefs ve şeytanla yapılan cihad (mücahede) yanında, İslâm toplumu içinde emr-i ma’ruf, nehy-i münker çerçevesinde yapılan cihad da önemli bir yer tutmaktadır.
Söz gelimi Efendimiz s.a.v. ümmet içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesillerin ortaya çıkacağını haber vererek şöyle buyurmuştur: “Kim onlarla eliyle cihad ederse, o mümindir. Kim onlarla kalbiyle cihad ederse, o mümindir.” (Müslim)
Bir keresinde, savaşa çıkmak üzere gelen bir sahabiye, anne-babasının hayatta olup olmadığını sormuş, hayatta olduğunu öğrenince de, “O halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et.” (Buharî) buyurmuştur.
Keza, savaş konusunda erkeklerle kadınlar arasında fark bulup bulunmadığını merak eden ve: “Ey Allah’ın Rasulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir. Öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye soran Hz. Aişe r.anha validemize: “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” (Buharî) diye karşılık vermiştir.
Bunlar yanında, “Mücahid, nefsiyle cihad edendir.” (Tirmizî) ve “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” (Ebu Davud) gibi hadisler de dikkate alındığında şunu söylememiz mümkündür:
Cihad, en genel anlamıyla hayatın gayesi olarak Allah’a gereği gibi kulluk etmek, Kur’an ve Sünnet ölçülerini hayata hakim kılmaya çalışmak, İslâm’ın evrensel mesajlarını diğer insan ve toplumlara tebliğ etmek, İslâm ülkesini ve müslümanları her türlü düşman tasallutuna ve tecavüzüne karşı müdafaa etmek ve fetih olarak ifade edilebilir. Bu anlamda cihadın kalple, elle, ilimle, malî ve bedenî güçle ve orduyla yapılan türleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
“Müşriklere karşı canlarınızla, mallarınızla ve dillerinizle cihad edin.” (Ebu Davud) hadisi, cihadın sadece fiilen savaşmak anlamında olmadığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Malla cihad, ekonomik sektörlerde fitne ve fesada karşı yapılan mücadeleyi, dille cihad da sanat, bilgi ve medya gücünü de ihtiva eden geniş bir alanı kucaklamaktadır. Bugünün dünyasında etkili bir söylemin ve ikna edici bir dilin en az silah kadar etkili olduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir.
“O halde kâfirlere boyun eğme ve onlara karşı bununla (Kur’an’la) büyük bir mücadele ver.” (Furkan, 52) ayeti de bu gerçeği vurgulayan ilâhi beyanlardan biridir. Kur’an’la cihadın fiilî savaş olmadığı açıktır. Elmalılı merhumun da belirttiği gibi bu ayet Mekkî’dir (Mekke döneminde nazil olmuştur). Dolayısıyla Kur’an ile cihad emrinin ne büyük bir emir olduğuna delalet eder.
Fiilî savaşın meşru kılınmadığı bir dönemde Kur’an ile cihad, onun ihtiva ettiği ikna edici afakî ve enfüsî delillerle, belagat ve fesahatla cihad demektir. Bu da sanat, edebiyat, bilgi ve hikmet ile cihadın önemine dikkat çekmek için fazlasıyla yeterlidir.
Cihad-fetih ilişkisi
Sırası gelmişken fetih konusuna da burada bir nebze değinmekte fayda var. Günümüzde yükselen değer olarak “demokrasi”nin başka ülke ve toplumlara götürülmesi adına ve bu görüntü altında ne türlü katliamların yapıldığı herkesin malumu. Ne hikmetse demokrasi adına bu türlü manzaraların oluşmasından rahatsız olmayan bir kısım çevreler, tarih içinde gördüğümüz “fetih” uygulaması hakkında sıkılmadan “işgal” tabirini kullanmakta bir sakınca görmez!
Oysa fetihle işgal ve günümüzdeki uygulamalar arasında dağlar kadar fark vardır. Her şeyden önce şunu belirtelim ki fetih bir istila ve sömürü savaşı değildir ve temelde iki amaç için yapılır:
1. Kalbi ve aklı İslâm hakikatine açmak,
2. İnsan ile İslâm arasındaki engelleri kaldırmak.
Bu amaçla gerçekleştirilen savaşlar kesinlikle kıyım ve katliam görüntülerine sahne olmamıştır. Bu savaşların sonucunda tesis edilen adalet ve hakkaniyet anlayışı, İslâm coğrafyasında pek çok gayri müslim unsurun/toplumun günümüze kadar varlığını muhafaza edebilmiş olmasında kendisini göstermektedir.
Bugün adına “küresel sistem” denen ve Batılı devletlerin ekonomik, askerî, kültürel… üstünlüklerinin tescili anlamına gelen durum ile İslâm fütuhatı sonucunda oluşan manzarayı birbiriyle karşılaştırmak dahi mümkün değildir.
Sadece şu hususu hatırlamak yeterli olacaktır: Müslümanlar fethettikleri memleketlerde yaşayanlara kesinlikle “bize benzeyeceksiniz” gibi bir dayatmada bulunmamış, tam aksine her toplumun kendi dinî ve kültürel değerlerini, hatta kılık-kıyafetini muhafaza ederek yaşamasını esas kabul etmiştir.
Bugünün “küresel” sistemi ise insanları ve toplumları tek tip yapma esası üzerine kuruludur. Batılı ülkelerde azınlık statüsünde yaşayan dindaş ve soydaşlarımızın nasıl bir “asimilasyon” dayatması ile karşı karşıya olduğu herkesin malumudur. Günümüzde bu yöndeki baskıların giderek gözle görülür bir seviyeye çıktığı da kimsenin gizlisi değildir.
Öte yandan sadece giyim-kuşamda değil, tüketim alışkanlıklarında, değer yargılarında, inançlarında ve hatta davranış kalıplarında tektipleştirilmiş nesiller, dünyanın doğusundan batısına bütün toplumların ortak gerçeği haline gelmiş bulunmaktadır.
Sonuç
Cihad konusunda günümüzde iki eğilim dikkat çekmektedir:
Bunlardan birincisini, “müslümanların cihaddan başka kurtuluş çaresi yoktur” tesbitinden hareket ederek fiilî cihadı öne çıkaranlar oluşturmaktadır. Bunlar müslüman birey ve toplumun inşasını, maddi ve manevi eğitimini, dille, kalemle ve diğer yollarla cihad merhalelerini atlayarak fiilî savaş halinde ısrar etmektedirler.
İkinci kesim ise “cihadın devri kapanmıştır, devir bir arada yaşama devridir” tesbitini öne çıkararak, müslümanlarla gayrimüslimlerin kaynaşmasını istemektedirler.
Bu davranış şekillerinden biri ifrat ise öbürü tefrittir. Doğru olan, hikmete ve maslahata riayet ederek, hiçbir aşamasını önemsiz görmeyerek cihadı bütün çeşitleri ve safhalarıyla dikkate almaktır.
Hangi safha ve hangi metot sonuç getirici ise onu kullanarak evrensel sorumluluklarımızı yerine getirmek durumundayız. Ne kendi aramızda cihadın bir versiyonu olan emr-i ma’ruf, nehy-i münkeri, ne kalem ve kelam ile cihadı, ne de İslâm coğrafyasının herhangi bir bölgesi işgale uğradığında direnişi ve fiilî cihadı terk edebiliriz.
Akıl, tecrübe ve hikmet bunların her birinin ayrı bir yeri ve sırası bulunduğunu söyler ve bize düşen de buna titizlikle riayet etmektir.
Semerkand Dergisi – Mayıs 2009