Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele.
Din’i “mezhepler üstü” bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak… Bu bir gerekliliktir; zira Din ilahî olduğu halde mezhep beşerîdir. İlahî olanı beşerî olana indirgemekse başlı başına bir arızadır… Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…
Yukarıda özetlemeye çalıştığım algı, “Ümmet’in vahdeti” konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi ve bizim, “Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?” sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor. Bunu yaparken küresel ya da bölgesel dengelerin, devletler arasındaki siyasî, ekonomik, ticarî… ilişkilerin baskısından azade, “hakikat adına, olanı olduğu gibi görme/gösterme sorumluluğundan” başka bir endişe taşımadan hareket etmek durumundayız. En azından ben böyle hissediyorum kendi mükellefiyet alanım itibariyle. (Burada bahsimizin konusunu “itikadî mezhepler”in oluşturduğunu baştan belirtmiş olayım.)
Efendimiz (s.a.v), vahyin aydınlığında tevhid merkezli bir dünya kurarken, geçmiş peygamberlerin yaşadığı tecrübeleri de dikkate almak suretiyle, İslam’ın kıyamete kadar murad-ı ilahî doğrultusunda yaşanan bir din olarak bekasını temin edecek olan hususları da dikkate almıştı hiç şüphesiz. Ayrı bir önem ve itinayla yetiştirdiği Sahabe-i Güzin’in bu Din’in geleceğe taşınmasında kilit rol oynayacağını elbette çok iyi biliyordu. Peygamberi terk-i dünya etmiş bir neslin kendi ayakları üzerinde nasıl durduğunun, sadece “kendi ayakları üzerinde durmakta” değil, vahy-i ilahîyi muhafaza etmede, hayata aktarmada ve en küçük bir ihlale uğratmadan geleceğe taşımada ne büyük bir muvaffakiyet gösterdiğinin müşahedesi bize, Efendimiz (s.a.v)’in bu noktada gösterdiği olağanüstü hassasiyetin mükemmel neticelerini görme imkânı bahşedecektir. Sahabe’de kemal, isabet, dirayet, muvaffakiyet, emanet… adına gördüğümüz ne varsa, O’nundur, O’na racidir. Zaten Ümmet’in İmâmiyye ve bir kısım aşırı fırkalar dışında geriye kalan kesiminin tamamının ortak kabulü ve inancı da bu çerçevededir. (Haricîleri saymıyorum, çünkü onların Sahabe ile ilgili olumsuz değerlendirmeleri “Hakem olayı” öncesine ilişkin değildir.)
Bu tesbitin önümüze koyduğu hakikat şudur:
“Mezhep” olgusu temelde “beşerin, ilahî olana ilişkin olarak ortaya koyduğu farklı anlama ve yorumlama”yı anlatıyorsa –ki öyledir– bizzat vahiy tarafından ayrıcalıklı bir mevkie konulmuş bulunan Sahabe’nin bilhassa “söz birliği” ettiği hususları bunun dışında tutmak durumundayız.
Bunların başında Sahabe’nin, “itikada dair” ittifakları gelir. Yani Sahabe’nin itikadî alana dair bize ittifakla naklettiği hususlar “mezhep” tabirinin anlattığı sübjektif alanın dışında değerlendirilmek zorundadır.
Çarşamba günü devam edelim.
20 Nisan 2015 – Vahdet Gazetesi