“Okuyucu Soruları” meyanında “tevessül” hakkında bir hayli soru geliyor. Çok yer tutmaması için soru metinlerini tek tek zikretmeyeceğim. Bunun yerine hepsinin ortak noktalarını dikkate alarak genel bir cevap vermeye çalışacağım.
Esas maksada geçmeden önce belirteyim ki, bu mesele hakkında daha önce (Ekim-2004’te) bir seri yazı yazmıştım (bunlar için www.ebubekirsifil.com adresine bakılabilir). Bugün burada yazacaklarımın, behemehal onlarla birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Tevessül meselesine itiraz edenleri, hadisleri delil olarak kabul edenler ve etmeyenler şeklinde iki grupta değerlendirmek mümkün. Birinci grupta yer alanlar hakkında söylenebilecek şey şu: Bu grupta yer alanlar, sahih rivayetlerde açık bir şekilde geçen tevessül meselesini, ya “dua istemek” olarak tevil ediyor ya da Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatta olduğu dönem ile ve mübarek zatıyla sınırlandırıyor. Ancak deliller tarafsız ve insaflı bir göz ile incelendiğinde, bahse konu tevilin de takyidin de indî değerlendirmelere dayandığı görülecektir.
Hadisleri delil olarak tanımayanlara gelince, bu grupta yer alanlarla evvelemirde konuşulması gereken husus tevessül meselesi değil, hadislerin hücciyyeti meselesidir. Dolayısıyla bu noktada zemini doğru tesbit etmek gerekir.
Hz. Peygamber (s.a.v) ile veya salih kimselerle tevessülde bulunmayı, “onlardan dua etmelerini istemek” şeklinde tevil etmenin tutarlı bir yanı yoktur. Tevessül hakkındaki sahih rivayetlere itiraz edemeyenlerin böyle bir tevil ile işin içinden sıyrılması mümkün değildir. Allah Teala’nın dualara icabet edeceğini, kişiye şah damarından yakın olduğunu vb. bildirmiş olması, başkasının duasını isteyenler için de itiraz sadedinde pekala gündeme getirilebilir. Oysa biliyoruz ki, haceti olan kişi, bizzat kendisi Allah Teala’ya dua etmek yerine başkasının dua etmesini istemekle aslında şu düşünceyle hareket etmektedir: Bu kişinin duası Allah Teala nezdinde makbuldür; zira bu kişi Allah Teala indinde makbul biridir. Öyleyse onun duasını isteyeyim.
Peki tevessülü kabul edenler ne düşünüyor? Aynı şeyi.
Şu halde bu tarz düşünceyle başkasının duasını istemek “iyyâke na’budu ve iyyâke nesta’în”e aykırı değilse, tevessül de aykırı değildir. Zira bu tarz düşüncede “sebebe sarılmak” vardır ve aslında tevessül de “sebebe sarılmak”tan başka bir şey değildir.
Aslında mesele şu noktada düğümleniyor: Tevessülü meşru görenler, başkasından dua istemenin meşruiyetinin arkasındaki espriye bakıyor ve şu sonuca varıyor: Eğer bir kimsenin duası, onun Allah Teala nezdindeki makamının yüksekliği sebebiyle müstecab ise, gerçek sebep o kimsenin duası değil makamıdır. Öyleyse bu sebebe sarılmak meşrudur.
Tevessüle itiraz edenler ise, böyle bir şeyin naklen varit ve sabit olmadığını söylüyor; varit olanları da tevil ediyor. Oysa bu anlamda tevessül naklen varit ve sabittir. Yazının başında işaret ettiğim yazılarda bu anlama açıkça delalet eden rivayetleri sahih kaynaklardan naklen zikretmiştim. Yine o yazılarda, konu hakkında incelenmesi gereken çalışmalardan bir bölümüne atıf yapmıştım. Tevessül meselesi hakkında şüphe ve tereddüdü bulunan soru sahibi kardeşlerim o yazıları ve o yazılarda zikredilen eser ve çalışmaları gözden geçirirlerse inşaallah mutmain olurlar.
Milli Gazete – 11 Mart 2006