Sünni-Şii İhtilafı-8

Ebubekir Sifil2008, 2008 Yılı, Gazete Yazıları, Kasım 2008, Kasım Ayı 2008 OS, Okuyucu Soruları

  1. Mezhep taassubu caiz mi?

Bu sorunun cevabı bir önceki yazıda zımnen verilmiş oldu. Şayet itikadî kabuller mezhep tarafından belirlenmişse, başkaları tarafından “mezhep taassubu” olarak ifade edilen husus, böyle bir mezhebe bağlı kimse/kesim için “İslam’ın/imanın gereği” olmaktadır. Dolayısıyla bir mü’min için “dinine taassupla bağlı” ifadesini kullanmak ne kadar abes ve anlamsız ise, bu durumdaki bir mezhep müntesibi için de “mezhep mutaassıbı” tabirini kullanmak o kadar abes ve anlamsız olacaktır. Bu durumda “mezhep taassubu caiz değildir” demenin çok fazla bir anlam ifade etmeyeceği açıktır.

Bu sarmaldan çıkmanın yolu –tabii bunu bir “sarmal” olarak kabul edip, kurtulmak için samimi bir irade gösterenler için–, bu yazı serisinin başlarında dikkatlere arz ettiğim tesbittir: Sahabe bu Ümmet için hem epistemolojik olarak, hem de reel durum itibariyle (Kur’an ve Sünnet gereği) vaz geçilmezdir. Sahabe’nin bize naklettiği Kur’an’ı nasıl Kur’an olarak kabul ediyorsak, bu noktada Sahabe’ye itimadı nasıl tartışma konusu yapmıyorsak, Sünnet’in ve genel İslamî tutumun bize nakli konusunda da aynı şeyin bahis mevzuu olduğunu kabul etmek durumundayız. Ancak Kur’an’ın nakli konusunda mevcut gerçeğe aykırı kabuller söz konusu olursa, o zaman bahsin mecrası değişir ve meselenin daha farklı bir kulvarda ele alınması zarureti doğar.

Yine daha önce de belirttiğim gibi, Şia içinde –her ne kadar çoğunluğu teşkil edenler tarafından benimsenmemiş ise de–, ana gövdeye yakın duran akımlar vardır ve onlar –mesela– Sahabe konusunda daha makul bir çizgi benimsemiştir. Fazilet sıralamasında önceliği Hz. Ali (r.a)’a vermekle birlikte, ilk üç halifenin (Allah hepsinden razı olsun) hilafetini de meşru kabul eden bu kabul, ana gövde ile Şia arasında bir ortak zemin teşkil edebilir.

Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli husus, teorisi ve pratiği Ayetullah Humeyni tarafından ortaya konulan “velayet-i fakih” müessesesidir. Bu müessesenin Sünni-Şii ihtilafının asgariye indirilmesinde hayatî bir fonksiyon icra edebileceğini söylemek yanlış olmaz.

Ayetullah Humeyni’nin ofis müdürlüğü ve İçişleri bakanlığı yapmış olan ve halen Yusuf el-Karadâvî’nin başmkanlığını yaptığı Kudüs Müessesesi’nde başkan yardımcılığı görevini yürütenAli Ekber Muhteşemî’nin bir tesbiti de üzerinde durduğumuz nokta bakımından önemlidir: Muhteşemi’nin naklettiğine göre İran’da şu anda en büyük taklit mercii durumundaki Ayetullah Hamaney, baskın Şii tutuma aykırı olarak Hz. Aişe (r.anha) validemizden, “Müslümanlar’ın Annesi” diye söz etmiş, gelen tepkilere rağmen geri adım da atmamıştır.[1]http://www.islamiyonelis.com/haber_detay.php?haber_id=29041.

Keza Lübnan’lı Şii merci Muhammed Hüseyin Fadlullah’ın, Sahabe’ye sövmenin haram olduğunu deklare etmesi ve yine Hz. Aişe (r.anha) validemizden “Mü’minlerin Annesi” diye bahsetmesi de bu noktada dikkate alınması gereken bir tavırdır.[2]http://www.islamiyonelis.com/haber_detay.php?haber_id=28974&header=_SAHABE_YE_SoVMEK_HARAMDiR_

Bu, önemsenmesi gereken bir gelişmedir ve Sünni-Şii ihtilafı ancak bu tarz adımların atılmasıyla asgariye indirilebilecektir. Yoksa “Ümmet’in vahdeti”, “küresel hegemonyanın dayatmaları”, “Amerika/İsrail karşıtlığı”… gibi, retorikten öteye geçmeyen, alt yapıdan yoksun ve gerçekçi bir zemine otur-tula-mamış söylemlerin Sünni-Şii ihtilaflarını ortadan kaldırıcı bir fonksiyon ifa etmediği artık anlaşılmış olmalıdır.

Aslu’ş-Şî’a ve Usûluhâ isimli eserinde Âlu Kâşifi’l-Gıtâ’nın ortaya koyduğu tutum üzerinde de iyi düşünülmelidir. O, eserinde münhasıran Sünni dünyada “ıslahçı” edasıyla ortaya çıkmış bulunan kesimi muhatap alarak birtakım tavsiye ve temennilerde bulunmaktadır. Bunun bir metot olarak Sünni dünyada gerçekçi bir karşılık bulamayacağı açıktır. Zira reformist/modernist kesimin ne Sünnilik –hatta Şiilik– gibi bir derdi vardır, ne de Sünniler arasında itibarı! Dolayısıyla onlarla temin edilecek herhangi bir birliktelik, sonuç itibariyle İslam’ın modernizasyonu projelerine hizmetten başka bir işe yaramayacaktır.

  1. Vahdetçi gençlere tavsiyeniz nelerdir?

Ümmet’in vahdetini samimi olarak arzulayan –sadece gençlere değil– herkese tavsiyem, mezhepler ve fırkalar tarihini iyi okumalarıdır. Tarihten ders almak, tarihe istediklerimizi söyletmekle değil, tarihin olanı söylemesine izin vermekle mümkün olabilir. Aşağıdaki 2 nolu dipnotta belirttiğim yerde Ayetullah Fadlullah da bu önemli problemin altını çizmektedir. Bu tutumlardan ilki “tarihin tanzimi”, ikincisi ise “tarihin tesbiti”dir. Sünnî tarih ve tabakat kitapları, başta İmam Ebû Hanîfe olmak üzere Sünni mezhep imamlarının Ehl-i Beyt imamlarıyla nasıl örnek bir irtibat ve ilişki içinde bulunduğunun anlatımıyla doludur. Yapılması gereken, tarihi tanzim etmeye çalışmak yerine, aynı örnek tutumu bugün de devam ettirmenin yollarını bulmaktır.

Erken dönemlere ait Sünnî Kelam kitaplarında, söz gelimi İmam Ebû Hanîfe’nin yahut İmam el-Eş’arî ve çağdaşlarına kadar daha sonraki ulemanın eserlerinde Ehl-i Kıble hakkında keskin hükümlere rastlamak –haydi “imkânsız” demeyelim–, zordur. Ancak ne zaman ki Şii teori teşekkül dönemini tamamlamış, Şiilik müesses bir fırka olarak tarihteki yerini almaya başlamıştır, o zaman el-İsferâynî, Abdülkahir el-Bağdâdî ve daha muahhar alimlere ait Ehl-i Sünnet Kelam kitaplarında “Bizi tekfir edeni biz de tekfir ederiz” türünden ifadelere rastlanır olmuştur. Bu elbette sebepsiz değildir. Bu durum hakkında iyi düşünmek gerekir.

Milli Gazete – 23 Kasım 2008

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 http://www.islamiyonelis.com/haber_detay.php?haber_id=29041.
2 http://www.islamiyonelis.com/haber_detay.php?haber_id=28974&header=_SAHABE_YE_SoVMEK_HARAMDiR_