İctihad ehli ulemaya, ictihadında isabet etmesi halinde iki, hata etmesi halinde bir sevap verileceğini anlatan rivayet –ki (el-Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel ve daha başkaları tarafından nakledilmiş) sahih bir rivayet olduğunu bir önceki yazıda belirtmiştim–, fer’i meselelerdeki ihtilaflara dairdir. Burada, ictihadî bir mesele hakkında neticeye ulaşmak, Allah Teala’nın muradına uygun hükmü elde etmek için bütün gücünü sarf etmek durumunda bulunan müçtehid bahis konusudur. Evet, bu durumda müçtehid, Allah Teala’nın muradına götüren delile uygun hüküm verirse, biri içtihad etmesine, diğeri de muradullaha uygun hükmü elde etmesine karşılık olarak iki sevap alır. Hata eden, yani delilin muktezasına uygun hükme varamayan müçtehid ise, hata ettiği için günah kazanmaz; aksine, isabetli hükme varamamış olsa da, içtihad ettiği için bir sevaba nail olur.
Hatta –daha önce de değişik vesilelerle belirttiğim gibi– ulema arasında bütün müçtehidlerin musib olduğunu (doğruya isabet ettiğini) söyleyenler az değildir. Onlara göre bahse konu hadis şunu anlatır: “Alimlerden birinin isabet edip iki sevap alması “ndan kasıt, alimin biri delile, diğeri de delilin gerektirdiği hükme ulaşması sebebiyle iki sevap almasıdır. “Hata eden alimin bir sevap alması” ise, bir kavle göre evla olanın hilafına hüküm vermesi, bir başka kavle göre ise, delile isabet edemeyip, sadece delilin gerektirdiği hükme ulaşması sebebiyledir. Detayı ilgili çalışmalarda zikredilen “bir mezhepten diğerine intikal”in cevazı bu ikinci yaklaşımda daha bir anlaşılır hale gelmektedir.
İtikadî sahadaki ihtilaflar söz konusu olduğunda ise, artık orada “hata-sevap” kavramları değil, “Sünnet-bid’at” kavramları gündeme gelir. Zira itikadda içtihad olmaz, itikad içtihadla belirlenmez. İtikadın oturduğu zemin kat’î nasslar ve bunlar üzerine ibtina eden “zarurat-ı diniyye”dir. Bu sebeple itikadî mezhep müntesiplerinin –fer’î konulardaki ihtilaflarla ilgili olarak yukarıda zikrettiğim ilk yaklaşımı yansıtacak şekilde– “Benim mezhebim isabetlidir, hatalı olma ihtimali de vardır; diğerlerinin mezhebi hatalıdır, isabetli olma ihtimali de vardır” demesi, yahut –yine yukarıdaki yaklaşımlardan ikincisiyle örtüşecek şekilde– “Bütün itikadî mezhepler doğruya isabet etmiştir” şeklinde düşünmesi mümkün değildir, eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu anlamda Şia, Sünnet’e ve Sahabe’den tevarüs edilen itikadî çizgiye uygun düşmeyen bir kısım kabulleri sebebiyle Ehl-i Sünnet tarafından “Ehl-i bid’at” içinde mütala edilmiştir/edilmektedir; Sünnî-Şii ihtilafını fer’î meselelerdeki ihtilafa işaret eden mezkûr rivayet ile açıklamak mümkün ve doğru değildir.
- “Vahdet etmek istemeyen bir müslümanın (vahdet etmeyerek başka mezheb taraftarlarına karşı düşmanca tavır koymağın) hükmü nedir?”
İtikadî mezhepler arasında “birlik”ten söz edebilmek, ancak bunun sınırlarının net bir şekilde çizilmesi ve ilkelerinin belirlenmesi durumunda mümkün olabilir. Bir Sünni ile bir Şii bugün hangi zeminde birlik tesis edebilir?
Tarih içinde olduğu gibi günümüzde de bir Sünni Sünnilik’ten yahut bir Şii Şiilik’ten ayrılmadıkça bu iki kesim arasında “itikadî anlamda” birlik sağlanması mümkün değildir/olmamıştır. Şu halde günümüzde birliğin tesis edilebileceği iki ana zemin bulunduğunu kabul etmek gerekir:
- Siyasî zemin: Burada Şiiliği resmî mezhep olarak tayin etmiş, yahut halkının çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu ülkelerle aynı veya benzer durumdaki Sünni ülkeler arasında siyasî, ekonomik, stratejik, askerî… alanlarda birlikte hareket etme iradesi gösterilebilir. Uluslar arası planda ortak çıkarların ve ortak dostların-düşmanların söz konusu olması bu birlikteliğin reel zeminini teşkil edecektir.
- Sosyal zemin: Şünni ve Şii kesimler arasında komşuluk, dostluk ilişkileri tesis edilebilir; ilmî ve kültürel alanlarda işbirliklerine gidilebilir. Her ne kadar hal-i hazır gidişatı onaylamasak da, farklı din mensupları arasında bile diyaloğa dayalı ilişkilerin tesis edildiği günümüzde, aynı kıbleye dönen iki kesim arasında niçin böyle bir zemin olmasın?
Tabii bu söylediklerimin pratik hayata aktarılma şansı bulunup bulunmadığı, ayrı bir meseledir. Teoride bunları duymak kulağa hoş gelir de, başta Sahabe’ye sebbetmek olmak üzere Ehl-i Sünnet itikadının hassasiyet noktalarını dikkate almamakta, Şiiliği ihraç anlayışıyla İslam dünyasında Sünniler arasında Şiilik propagandasını sürdürmekte, Sünniler’in azınlık durmunda bulunduğu yerlerde Sünniler üzerinde çeşitli şekillerde baskılar kurmakta ısrar eden bir anlayışla bunları konuşmak ve pratize etmek açıktır ki hayli zor, hatta imkânsızdır.
Bu durumda birlik tesisinin hangi kesim tarafından ve ne şekilde engellendiğine iyi bakmak gerekir.
Milli Gazete – 12 Ekim 2008