Selef-i Salihin’in “müteşabihat” konusundaki tavrının ne olduğunu soran okuyuculara –fazla yer tutacağı için soru metinlerini zikretmeden– ortak bir cevap vermeye çalışayım:
Müteşabihatın Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) tarafından, sonraki asırlarda görüldüğü şekliyle münakaşa ve cidal konusu yapıldığını bilmiyoruz. Onlar nasslarda nasıl gelmişse öyle iman eder, ötesini soruşturmazdı. Dolayısıyla bu meselenin Ümmet-i Muhammed’in gündemine gelmesi Tabiun, ağırlıklı olarak da Teb-i Tabiin dönemine ve sonrasına tesadüf eder.
İmam Ebû Hanîfe, “Doğu tarafından bize iki bid’at geldi: Cehm’in (Cehm b. Safvân) ta’tili ve Mukâtil’in (Mukâtil b. Süleyman) teşbihi”[1]İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, X, 251. derken şu noktaya dikkatimizi çekmişti: Allah Teala’nın sıfatlarını inkâr ifrat, mahlukatın sıfatlarına benzetmek ise tefrittir. Nitekim dipnotta belirttiğim yerde İmam Ebû Yusuf’un İmam Ebû Hanîfe’den yaptığı nakil de bu doğrultudadır.
“Eğer teşbih belası İslam dünyasına yabancı bir coğrafyadan girmiş ise birçok Hadis imamının eserinde gördüğümüz rivayetler nedir?” diye sorulacak olursa:
- Bu bela İslam dünyasına girdikten ve maalesef ayağı yer tuttuktan sonra derlenen kimi eserlerde “mana ile rivayet” olgusu hayli baskın olarak karşımıza çıkmaktadır. Belagatin zirvesinde bulunan Efendimiz (s.a.v)’den –özellikle böyle hassas bir konuda– sadır olan her kelimenin özenle muhafaza edilerek herhangi bir değişikliğe uğratılmadan aynen nakledildiğini söylemek hayli zordur. Bu, konuyla ilgili rivayetler içinde senedi sahih olanlar için genel olarak böyledir.
- İlgili rivayetlerin belli bir yekûnu Hadis Usulü kriterleri doğrultusunda sahih değildir.
- Seneden ve metnen sahih olanların da delaleti kat’î değildir.
Birçok Hadis imamının bu tarz rivayetleri eserlerinde zikretmiş ve medlullerini “itikat edilmesi gereken hususlar” olarak görmüş olması, meselenin öyle kabul edilmesini gerektirmez. Bir ilim dalında otorite olan bir alimin, aynı seviyeyi başka ilim dallarında tutturamamasında şaşılacak bir durum yoktur. Nitekim nice Kelam alimi biliyoruz ki, eserlerinde yer verdiği rivayetler hayli tartışmalıdır. Hayatını Kelamî meselelerde derinleşmeye adamış bir alim için elbette böyle bir sonuç şaşırtıcı değildir. Aynı şey birçok Fıkıh alimi için de geçerlidir.
Dolayısıyla bir çok Hadis aliminin, Akaid/Kelam sahasına yeteri kadar sarf-ı mesai etmedikleri için, eserlerinde yer verdikleri rivayetlerin mana ile nakledilip edilmediği, mana ile nakledilmişse ne türlü arızalara sebebiyet verdiği konusunda Akaid/Kelam alimlerinde gördüğümüz hassasiyet ve titizliği gösterememiş olmasını normal karşılamak gerekir.
Nitekim İbn Huzeyme’nin, konuyla ilgili eserler listesinin başında yer alan Kitâbu’t-Tevhîd’i hakkında öğrencisi Ebû Sehl es-Su’lûkî, “Hocamız ihtisas sahası olmayan bir konuya girdi” demiştir.[2]el-Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, 18.
Tâcuddîn es-Sübkî de hocası ez-Zehebî hakkında benzer bir tesbitte bulunmuştur: “Gerçek şu ki hocamız lafızların delaletleri konusunda yeterli birikime sahip değildi.”
Ümmet-i Muhammed’in gündemini işgal eden “müteşabihat” konusunda Türkçe’de tavsiyeye şayan çok fazla çalışma maalesef yok. İnşaallah “Kevserî Külliyatı” okuyucuyla buluştuğunda bu konudaki açık önemli ölçüde giderilmiş olacak…
Milli Gazete – 11 Kasım 2007