Bir önceki yazıda İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin –kendisi sadattandır– Rûhu’l-Beyân isimli tefsirinin rivayet yönü üzerinde kısaca durmuş ve bu eserin ihtiva ettiği her rivayetin itimada şayan olmadığını söylemiştim. Hemen belirteyim ki o yazıda söylenenler, hususen bu eserde geçen bir rivayet hakkındaki soruyla irtibatlı olarak söylenmiştir. İslamî ilimlerin muhtelif sahalarında 100’den fazla eserin müellifi, aynı zamanda büyük bir Tasavvufî şeyhi olan Bursevî (rh.a)’in hal tercemesi (biyografisi) için müstakil kitap çalışması yapmak gerekir. Hayatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için Ali Namlı’nın Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz hocanın danışmanlığında hazırladığı İsmail Hakkı Bursevî –Hayatı, Eserleri ve Tarikat Anlayışı– isimli doktora çalışmasına bakılabilir.
Bu soru vesilesiyle benim dikkat çekmek istediğim mesele şu: Elimizin altında bulunan kaynaklardan ne şekilde istifade etmemiz gerektiği konusunda maalesef çoğumuz bilgi sahibi değiliz. Hangi kaynağın meziyeti nedir, hangi kaynağa hangi noktalarda itimat edilir, hangi bilgi nereden alınır… Bu ve benzeri meseleler hakkında yeterli bilgimiz olmadan hareket ettiğimizde yanlışlıklar yapmamız kaçınılmaz oluyor.
Bu “bilgi çağı”nda birileri bizi adeta delicesine kitap okumaya sevk ediyor. Biz de ne okuyacağımıza, nereden başlayacağımıza ve kendi başımıza neyi ne kadar yapabileceğimize dair sağlıklı bilgi edinme ihtiyacı duymadan, daha doğrusu bunun bir “ihtiyaç” olduğunun dahi farkında olmadan kendimizi kitapların dünyasına salıveriyoruz.
Oysa bu bir kültürdür. Kitabı, yazarını, yazılış gayesini… bilmeden bu sahaya –tabirimi hoş görün– “balıklama” atladığımızda bir süre sonra arızalar yaşamamız kaçınılmaz oluyor. Daha önce de değişik vesilelerle yazmıştım. Rivayet tefsiri tarzındaki kaynaklarımızda birtakım zayıf veya uydurma rivayetler bulunduğunu görenler, bir gerçeği atladıkları için bu eserleri ve yazarlarını topa tutuyor. Bu eserlerin yazarlarını gafletle, hatta belki hıyanetle suçlayanlar oluyor.
Oysa o eserleri kaleme alanlar, eserlerinin ihtiva ettiği rivayetlere güvenilsin diye bir gayeyle yola çıkmamıştır. Onlar, hususen senedli olarak naklettikleri rivayetler konusunda belli bir bilgi seviyesini ihraz etmiş olan kimselere hitap ediyorlar. Bunlar ihtisas eserleridir ve herkes tarafından okunacak, anlaşılacak, sindirilecek diye bir kayıt yoktur. O alimler o rivayetleri birer ilmî emanet olarak görüp, öncekilerin kendilerine ulaştırdığı gibi, onlar da kendilerinden sonra gelenlere ulaştırma gayretiyle hareket ediyorlar. Bu arada rivayetleri senedleriyle zikrettikleri için, aynı zamanda sıhhat-zaaf durumunu da belirtmiş oluyorlar. O eseri eline alan Hadis formasyonuna sahip ilim adamı, herhangi bir rivayetin itimada yaşan olup olmadığını, senedine bakarak kolaylıkla anlıyor ve herhangi bir problem yaşamıyor.
Ama ne zaman ki Hadis ve rical (ravi) bilgisi ortadan kalktı, o zaman o eserlerin sahipleri suçlanmaya, kınanmaya başladı. Oysa o alim nereden bilebilirdi bizim o eserlerden istifade edecek seviyeyi ve birikimi çoktan kaybettiğimizi?!..
Maksada gelecek olursak, vitir namazının nasıl teşri kılındığı konusunda Rûhu’l-Beyân’da[1]IV, 413-4. zikredilen rivayet, et-Takdime Şerhu’l-Mukaddime adlı bir eserden alınmış. Eğer bu eser, Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin Mukaddime (ki Mukaddimetu Ebi’l-Leys diye meşhurdur) adlı eserine Cibrîl b. Hasen b. Osman el-Gencânî (Hediyyetu’l-Ârifîn’de el-Gencâvî diye geçiyor) tarafından yazılan ve Keşfu’z-Zunûn ve Hediyyetu’l-Ârifîn’de et-Takdime fî Şerhi’l-Mukaddime adıyla zikredilen eser ise, bu esasen bir Hadis kaynağı değildir.
Soruda vitir namazı hakkında zikredilen rivayeti herhangi bir Hadis kaynağında bulamadım. Araştırmaya devam edeceğim. Herhangi bir bilgiye rastlarsam, ilk yazımda not olarak bildireceğim.
Milli Gazete – 8 Şubat 2009
Kaynakça/Dipnot
↑1 | IV, 413-4. |
---|