Okuyucu sorusunun ikinci kısmı, “Mahmud Efendi”, “Süleyman Efendi” gibi somut isimler üzerinden sorulmuştu. Adı zikredilen zatların, bu Din’e, bu Ümmet’e son derece büyük hizmetleri olan kimseler olarak bilinmesi ve hürmette kusur edilmemesi gerekir. Halkımızın bu gibi güzel insanlarla münasebeti, onların kılavuzluklarından azami istifadeye gayret etmek şeklinde olmalıdır.
Özellikle Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği dönemden itibaren ulema ve suleha bu Ümmet’e yol gösteren kandiller olarak son derece kritik bir misyon üstlenmiştir. “Bu alimdir, öbürü mürşiddir” gibi –tabir yerindeyse– “üstad yarıştırmak”la iştigal yerine, onların misyonunu anlamak ve yeni nesiller olarak eğer yapabiliyorsak, onlardan devraldığımız mirası daha ilerilere taşımanın çabası içinde olmalıyız.
Kimin alim, kimin mürşid olduğunu tayinle vakit geçirmek bize de onlara da bir şey kazandırmaz. Kaldı ki bu gibi hususların tayini bize düşmez! İstikametimizi tayinde rehberliğinden istifade ettiğimiz o insanların tamamına karşı hürmetkâr olmaya bakalım. Gerisi laf-u güzaftır.
Yapmakla mükellef olduğumuz vazife budur. Onların birbirleriyle ilişkisine, birbirlerine bakışına baktığımızda muhabbetten, dayanışmadan, en azından birbirleri hakkında hüsn-i zandan ve muvaffakiyet temennisinden başka bir şey göremeyiz. Eğer bu Din’e, bu Ümmet’e hizmet etmiş, emek vermiş o insanlardan herhangi biri hakkında bundan başka bir tavır içinde olan varsa bilelim ki, mutlaka işin içinde başka amaçlar, başka meseleler vardır.
Konunun bir yönü budur. Diğer yönüne gelince; herkesin içinde yetiştiği, adeta kendisini bulduğu ve bütünleştiği grubu, cemaati diğerlerine göre bir adım önde tutması tabiidir. Hatta bir kimsenin, bulunduğu yapı içinde gönüllü olarak hizmet üretmesi ve verimli olması biraz da buna bağlıdır.
Ancak bu aidiyet ilişkisini, “diğerleri yanlış, tek doğru benimki” noktasına taşımak –kabul edelim ki– bir arızadır. Hatta bu, tolere edilebilir bir arıza da değildir. Zaman zaman bu aidiyet ilişkilerinin, ötekileştirilen cemaat ve grup mensuplarına karşı yanlış yargılar doğuran ihtiras ve taassup haline dönüştüğünü yaygın olarak gözlemliyoruz.
Oysa bu grup ve cemaatlerin hepsi de bilir ve ikrar eder ki, bizim şeref ve izzetimiz bu Din’e hizmetimiz nisbetindedir. Şu veya bu yapı içinde olmak değil, İslam’a ihlasla ve pazarlıksız hizmet etmek ancak bizi iki cihanda hedefe götürecektir.
Farklı cemaatler ve gruplar içinde olmayı bir “ayrıcalık” değil, “renklilik” olarak algılamak ve herkesin kendi anlayışı içinde bu Din’e hizmet gayesi güttüğünü unutmamak durumundayız.
Kimlerin, cennete hangi yoldan ve hangi vasıtayla gideceğini tayin etmek gibi, meseleyi “karikatürize eden” yaklaşımlardan bilhassa uzak durulmalıdır. O cemaatlere ve yapılara vücut veren mübarek insanlar böyle yaklaşımlarla birlikte anılmamalıdır.
Bu bahsi kapatmadan bir noktanın altını çizelim: Yukarıdan beri söylediklerim, hangi amaç doğrultusunda ve hangi metotla çalışıyor olursa olsun bütün grup ve oluşumların olumlanması, tensip edilmesi gerektiği şeklinde anlaşılsın istemem. Burada da ölçümüz Ehl-i Sünnet’in kırmızı çizgileri olmalıdır.
Bu hassasiyet hem çalışma metodu, hem de hedefler için aynı derecede gözetilmelidir. Farklılıklarımızı tolere edeceğimiz alan da bu çizgilerin içinde kalan alandır. Yoksa “Din’e hizmet” görüntüsü altında ifsada çalışan bid’at oluşumları bu çizginin içinde görmek ne benim, ne de kimsenin hakkı ve haddi olabilir!
Milli Gazete – 13 Haziran 2010