Bir önceki yazıda kısaca yer verdiğim görüşleri, Takiyüddîn en-Nebhânî’nin –sadece “zamansal” olarak değil, aynı zamanda fikir ve tarz olarak da– “Osmanlı alimi” olarak tavsif edilemeyeceğini göstermeye kâfidir. Elbette burada kişisel faziletleri söz konusu etmiyoruz. Zira bunun meselenin aslına taalluku yok…
Burada okuyucu sorusunu vesile edinerek Hizbu’t-Tahrîri’l-İslâmî hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde Müslümanlar, pek çok sahada ciddi problemler yaşıyor. Küreselleştiği söylenen dünyanın sistemini tesis ve idare eden güçler, İslam’ın bünyesinde barındırdığı potansiyelin çok iyi farkındalar. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği günden itibaren ipler küresel sistemin kurgulayıcılarının elindedir ve onlar, Müslümanların, küresel sömürü sisteminin tekerine çomak sokmasına müsaade etmemeye kararlılar.
Modern dönemde emperyalist tasalluttan kurtulmanın ve eski izzetli günlere dönüşün nasıl mümkün olacağı konusunda İslam dünyasının farklı yerlerinde farklı “kurtuluş hareketleri”nin zuhur ettiğini biliyoruz. Hizbu’t-Tahrîri’l-İslâmî de bunlardan birisidir.
Bu bildik tesbitlerin arkasından esas hayatî soru geliyor: Çözüm?
Hizbu’t-Tahrîri’l-İslâmî’nin, çözümü “Hilafet” meselesine endeksleyen duruşuyla öne çıktığını görüyoruz. Ancak içinde yaşadığımız dünyaya hakim olan dengeler, karmaşık ilişkiler ağı ve Müslümanların yaşamakta olduğu derin kimlik krizi, İslam’ın ekonomik ve siyasî veçhesi hakkında nazarî bilgi sahibi olmanın kesinlikle yeterli olmadığını, bundan çok daha fazlasının gerektiğini ayan beyan gösteriyor. Müslümanların kendi kimlikleri, aidiyetleri, kaynakları, hatta “inançları” konusunda derin krizler yaşadığı bir zaman diliminde “Hilafet tesis edilirse bütün dertlerimiz biter” tarzındaki bir tesbit ne kadar gerçekçidir?
Müslümanlar henüz kendi kaynaklarını ve tarihsel tecrübelerini tam anlamıyla kavramaktan uzakken, onları modern dünyaya nasıl taşıyacak, modernitenin inşa ettiği zihnî ve fikrî bariyerleri aşarak birey ve toplumu İslam’ın diriltici soluğuyla nasıl tanıştıracak, modern birey ve toplumun reflekslerini aşıp gönüllere nasıl ulaşacak? İslam’ın bir kısım yönlerine bizzat Müslüman olduğunu söyleyen kitlelerin itiraz ettiği bir vasatta bütün bunları gerçekleştirecek ilmî seviye ve dirayet, teorik birikim ve pratik tecrübe nerede?
En az bunun kadar önemli bir diğer nokta da şu:
Abbasi hilafeti, 13. yüzyılda Moğollar eliyle ortadan kaldırıldığında hezimeti canıyla ödeyen sadece halife el-Musta’sım ve yakın çevresi olmadı. Kaynakların, 800 bin ile 1 milyon 800 bin arasında değişen rakamlarla ifade ettiği can yanında Müslümanlar, kütüphanelerini, camilerini, saraylarını, şehirlerini, medeniyetlerini… de kaybetti.
13. yüzyıl, bir yandan Moğol istilası, diğer yandan Haçlı seferleri sebebiyle –kelimenin tam anlamıyla– baştanbaşa yanmış yıkılmış bir İslam coğrafyasını resmederken, çok kısa bir süre sonra Müslümanlara yeniden derlenip toparlanma ve ayağa kalkma imkânı sunan dinamikler üzerinde yeterince kafa yorduğumuz söylenebilir mi? İslam dünyasını baştan başa yakıp yıkıp geçen Moğollar’ın kısa bir süre sonra İslam’a girerek Müslüman devletler kurması nasıl mümkün olmuştur diye düşünmeye değmez mi?
İslam dünyasının halifesiz geçirdiği o yıllar, düşünen akıllar için bugünün tarz-ı hareketi hakkında son derece hayatî mesajlarla dolu. Bilhassa gençlerin, enerjilerini doğru noktalara teksif etmesi bu noktada gerçekten büyük önem arz ediyor. Bugünün dünyasında sloganlar değil ilmî kapasite iş görüyor çünkü…
Milli Gazete – 18 Nisan 2010