Okuyucunun, “İslam-laiklik-demokrasi ilişkisi” temalı 3. sorusunun cevabına devam ediyoruz.
Önemli olan, Müslümanların, ezelî ve ebedî hakikatleri mümkün olduğunca fazla sayıda insana ulaştırma, mümkün olduğunca fazla sayıda insanı, hayatı bir bütün olarak kucaklayan İslam’ın diriltici soluğuyla buluşturma azminde ve cehdinde olmasıdır. Din’in sabitelerinin, Allah ve Resulü’nin çizdiği sınırların herhangi bir biçimde zedelenmemesine, örselenmemesine azami dikkati göstererek, Din’in bütünlüğünün muhafazasını gözeterek bu temel görevi yerine getirmek, meselenin olmazsa olmazını oluşturuyor. Geri kalan kısım ise nihaî noktada şartlar ve imkânlar göz önünde bulundurularak tesbit edilecek “metot”la ilgilidir.
Müslümanların, yukarıda ifade ettiğim hassas noktaya dikkat etmek, onu muhafaza etmek kaydıyla, değindiğim amaca ulaşmak için şu veya bu metodu benimsemesi çok fazla büyütülecek bir mesele değildir. Yeter ki metotta da Din’in kırmızı çizgileriyle çatışma teşkil eden hususlar bulunmasın…
Yeri gelmişken bir hususun daha altını çizelim: Bu mesele konuşulurken İslam’ın ideolojileştirilmesi handikapına düşmemeye dikkat etmek zorundayız. Sekülaritenin bizi dört bir yanımızdan kuşattığı bir dünyada, en önemli mesele “kimliğin muhafazası”dır. Özellikle son çeyrek asır içinde Müslümanlar, 61 kuşağı solcularının büyük kısmının yaşadığı durumla tanıştı. Onlar da özellikle gençlik dönemlerinde kendi ideolojilerini en ateşli biçimde savunurken, bunun mücadelesini verip bedelini öderken, “dünyevileşme” çarkının dişlileriyle tanışınca solculukları bir anda “muhafazakârlık karşıtlığı”na dönüştü. “Hayatın gerçekleri”yle (!) tanıştılar çünkü. Parayı, mevkii, etiketi ve konforu tattılar; “kapitalizmin nimetleri”nin yol açtığı dönüşüm neticesinde Che ile ilgileri, tişörtlerle ve filmlerle sınırlı kaldı.
Şimdi Müslümanlar aynı encamı yaşıyor. Onlar da “hayatın gerçekleri”ni (!) gördüler. Bükemediği bileği öpmenin adı bu şimdi!
Niye böyle oldu dersiniz?
Bu sorunun tek cevabı var: Marksizm nasıl bir ideoloji idiyse ve soğuk savaşın bitmesiyle ideolojiler anlamlarını nasıl yitirdiyse, İslam’ı ideolojilere mahsus zihin durumları ve kalıplar esasında algılama yanlışına düşen Müslümanların da aynı akıbete düçar olması kaçınılmazdı. Şimdi “İslamî” çevrelerde sıklıkla tekrarlanan “mücahit-müşahit-müteahhit” tekerlemesi, dünyevileşen Müslümanların hikâyesini hayli çarpıcı biçimde özetliyor.
Herhangi bir ideoloji mensubunun bu çarka kolay biçimde kapılması şaşırtıcı değildir. Çünkü hiçbir ideolojinin “ahiret inancı” yoktur! Dünyanın, dört bir yanınızı kuşatarak bütün cazibesiyle kendisini dayattığı bir süreçte, sizi kıvamda tutacak ahiret inancınız yoksa, ne kadar direnirseniz direnin, bir süre sonra kendinizi akıntıya bırakmanız adeta “kaçınılmaz son”dur.
Müslümanların dünyevileşme denen akıntıya bu kadar kolay kapılması neyin göstergesidir diye soracak olursanız, bana gör bunun tek cevabı var: İslam’ı ideolojileştirmenin sonucu olarak sekülerleşmek. Zira haddini aşan, dozu kaçırılan her şeyin, sonunda zıddına inkılap etmesi (dönüşmesi) kaçınılmazdır.
Burası, “ideoloji” ile “itikad”ın da ayrıştığı noktadır. Şartlar sizi zorluyorsa, ideolojinizi siyah-beyaz gençlik fotoğraflarına terk ediverirsiniz ve bunun kimseye bir zararı olmaz. Başkaları için hayatınızı feda edecek değilsiniz ya!
Ama “itikad” etmişseniz, yani ne pahasına olursa olsun benliğinizi imanın çözülmez bağıyla ilahî hakikate rapdetmişseniz, yüzünüzdeki, “ideolojinin maskesi” değil, “imanın itmi’nan ve sekineti”dir… Ve bunun “sahtesi” olmaz!
Devam edecek.
Milli Gazete – 28 Mart 2010