Darb Ve Recm-3

Ebubekir Sifil2012, 2012 Yılı, Fıkıh, Gazete Yazıları, Konularına Göre, Mart 2012, Mart 2012 OS, Okuyucu Soruları

“Darabe” fiilinin hakiki ve mecazi anlamlarına bağıl kullanımları bağlamında lugatlerin dikkatimizi çektiği bir husus var: Bu kelimenin hakiki anlamı “vurmak”tır. Mecazi kullanımlarının tamamında “vurmak”la mutlaka bir biçimde ilişkili bir durum vardır.[1]Mesela bkz. Mütercim Âsım, Kamus Tercemesi Okyanus, I, 186.

Bir önceki yazıda zikrettiğim örneklerden bir kaçı üzerinden bu durumu tahkik edebiliriz:

Söz gelimi “Darabe bi nefsihi’l-ard” tabiri “bir yerde ikamet etti, kaldı” anlamındadır. Bu tabirin birebir kelime anlamı: “Kendisini yere vurdu”dur. Kişi herhangi bir mekânda kendisini yere vurduğu, ağırlığını oraya verdiği, orada sabit kaldığı zaman “orada durmuş, yerleşmiş, kalmış” olacaktır. Buradan hareketle mecazi anlam “Bir yerde yerleşip kalmak” olarak ortaya çıkacaktır.

Bir diğer örnek: “Darabe bi yedihî”: Bir kimse elini uzaktan bir yere doğru uzattığı ve orada sabit tuttuğu zaman elini oranın üzerine koymuş (gibi) olur. Buradan hareketle bu tabir, “Eliyle işaret etti” anlamını kazanacaktır.

Bir başka örnek “Darabe alâ yedeyhi”: Bir kimse bir şeye elini uzattığında bir başkası onun el(ler)ine vurursa, onun, el uzattığı o şeyi almasına engel olmuştur. Yahut, bir kimse ıslah etmek veya amacı doğrultusunda kullanmak/istihdam etmek amacıyla bir şeye elini uzatır, bir başkası da onun eline vurarak buna mani olursa, fiili ifsat etmiş/bozmuş olur. Buradan hareketle bu tabirin, “Tuttu, engel oldu, kesinleştirdi, ifsad etti” anlamlarını kazanması son derece anlaşılabilir bir husus olarak tebellür etmektedir.

Şu halde “Hakikatten mecaza dönmemizi gerektiren herhangi bir delil olmadıkça kelamda/sözde aslolan hakikattir/hakiki anlamdır” kaidesinden hareketle 4/en-Nisâ, 34. ayetindeki “fa’dribûhünne” ifadesinin hakiki anlamda “dövmek” olduğunu söylediğimizde, “darabe” fiilinin bu hakiki anlamdan kaynaklanan mecazi anlamlarını/kullanımlarını öne sürerek hakiki anlamın önüne geçilemez. Bu ancak bir şekilde mümkündür: Usul’ü, kaideyi, dilin kullanımlarını, mantığı, iletişimin tabii/zazuri ilkelerini, Kur’an’ı, Sünnet’i… kendi heva ve heveslerimizden başka bir dayanağı/gerekçesi olmayan saçma sapan tevillere kurban etmeyi ilke edinmek…

Mevzumuza dönelim…

Bu ayette anlatına durum, nüşuzundan endişe edilen kadınla kocası arasında cereyan etmesi gereken süreçle ilgilidir. Bu aşamada eşler arasındaki münasebet henüz “şikak” noktasına gelmemiştir. Eşler, aralarındaki anlaşmazlığı kendi aralarında çözebilecekleri iletişim ortamını henüz kayıp etmemişlerdir.

Eşler aralarındaki problem(ler)i kendi aralarında çözemezlerse durum ne olacak?

İşte bu durumda 4/en-Nisâ, suresinin 35. ayetinde ifade buyurulan durum gündeme gelecek. Yani eşler arasındaki problem, eşlerin arasının tamamen açılmasına (şikak) gelip dayanmışsa, her ikisinin ailesinden aklı başında, görmüş-geçirmiş, dirayet ve fetanet sahibi insanlar devreye girecek ve problemi birz kez de onlar kendi aralarında görüşecek. Ola ki eşlerin göremediği çözüm yolları vardır ve o çözüm yollarını o hakemler görür…

Onlar da meseleyi görüşürken eşlerin arasını bulup aile yuvasının devamından yana tavır sergileyecek, meseleyi bu çerçevede hal yoluna bakmanın gayreti içinde olacaklar.

Bu da olmazsa o yuva artık devam edemeyecek demektir ve bu aşamada boşanma süreci devreye girecektir.

Bir kere daha tekrar edelim, 34. ayette ifade buyurulan hususlar, eşler arasındaki ilişkinin henüz kopma noktasına gelmediği, hal yoluna girme ihtimalinin kopma ihtimalinden daha güçlü olduğu durumlarla ilgilidir.

Devam edecek.

Milli Gazete – 17 Mart 2012

Kaynakça/Dipnot

Kaynakça/Dipnot
1 Mesela bkz. Mütercim Âsım, Kamus Tercemesi Okyanus, I, 186.