Okuyucu sorusunun, “Kişi tabi olduğu mezhebi neye göre belirler?” kısmının cevabı şudur: Elbette bir imamı taklid etmek durumundaki kişi (mukallid), taklid edilen kişi konumundaki insanların ilmî seviyelerini, ya da usullerini değerlendirecek konumda değildir. Bu itibarla mezhep seçiminde daha başka hususlar belirleyici olmaktadır. Bunların başında, taklid edilecek kişinin ya da mezhebin özellikleri gelmektedir.
Söz gelimi “İmam Ebû Hanîfe nassların yapısına, delalet vecihlerine, gayelerine, lafızların altında yatan manalara daha fazla ehemmiyet atfeder” diye düşünerek bu imamın mezhebini taklidi tercih etmek böyledir. Yahut “İmam Mâlik Medine’de yaşadı; Medine’de yaşamış alim sahabîlrin mezhep ve uygulamaları ona intikal etti” diyerek onun mezhebi tercih edilebilir. İmam eş-Şâfi’î’nin “Kureyş alimi” ünvanına sahip olduğu, Hanefî mezhebine muttali olma avantajıyla mezhebini oluşturduğu söylenerek ya da İmam Ahmed b. Hanbel’in, kendisinden önceki imamların mezheplerinin fıkhî birikimine varis olmuş bir Hadis imamı olduğu ve hadislere daha büyük bir önem atfede re’yden sakındığı gibi gerekçelere dayanarak mezhep tercihinde bulunulabilir.
Bütün bunların ötesinde, kişinin, sadece yaşadığı çevrenin etkisinde kalarak mezhep tercihinde bulunması da bahis konusu olabilir. Bunu da küçümsememek gerekir. Zira böylece kişi, tabi olduğu mezhebin hükümlerini kolayca sorup detaylarıyla öğrenme imkânına/avantajına sahip olmaktadır.
Sorunun diğer kısmına, yani “Mezhepler arsı geçiş var hangi hallerde olabilir?” sorusuna gelince; özellikle içinde bulunduğumuz zaman diliminde bu soru ve cevabı hayli önem arz etmektedir. Zira modern hayatın bize “armağan” ettiği kolaylık ve rahat düşkünlüğü, mezhepler arası geçiş meselesinin istismar edilmesi durumunda “dindarlıkta gevşeklik” gibi bir arızaya yol açabilmektedir.
Tasavvuf ehlinin, sürekli azimetlerle amel etme gayesiyle hareket ettiği malumumuzdur. Bunun altında yatan biricik saik, nefse olabildiğince muhalefet ederek onu terbiye altına almaktır. Modern zamanlarda ruhsatların peşine düşen müslümanın, bir süre sonra bunu alışkanlık haline getirerek nefsinin isteklerinin zebunu olması pekala söz konusu olabilmektedir.
Bu itibarla mezhepler arası geçişi şöyle bir çerçeveyle sınırlandırmak –Allahu a’lem– en doğrusudur: Herhangi bir meselede tabi olduğu mezhebin hükmüyle amel etmesi halinde büyük bir sıkıntıyla karşılaşacaksa, böyle bir durumda kişi, diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken bazı noktalar var:
- Kişi bunu bir alışkanlık haline getirmemelidir. Zira bu durumda bir süre sonra mezhep konusunda bir algı arızasının meydana gelmesi kaçınılmaz olmaktadır.
- Amel edilen ikinci mezhebin hükmü güzelce ve bütün detaylarıyla öğrenilmelidir. Ki bu çoğu zaman ihmal edilmektedir. Diğer mezhebin hükümlerini iyi bilen bir alime sorarak amel etmelidir.
- Tek bir konuda birden fazla mezhebin hükmünü birleştirerek telfik yapmamalıdır.
- Ruhsatların peşine düşmemelidir. Zira bize sürekli olarak kolaylık, rahatlık ve konfor telkin eden modern hayat, sürekli kolaylık arama alışkanlığıyla bir süre sonra nefsî heva ve telkinleri “din hükmü” olarak gösterebilir.
Mezhepler arası geçişin “sıkıntı anına” münhasır olarak uygulanması, sair zamanlarda tek bir mezhebi iltizam tavrının benimsenmesi, aynı zamanda din algısına da olumlu tesir eden bir hassasiyettir. Elbette münhasıran tek bir mezhebin hükmüyle amel etmek,hiçbir ahvalde ondan ayrılmamak diye bir mecburiyet yoktur. Ama Tasavvuf ehlinin tavrında da almamız gereken büyük bir ibret vardır!..
Milli Gazete – 24 Ocak 2010