Soru: Sayın yazar. İslam’da ceza, suçun misli kadardır. Bu, Allah’ın kanunudur ve Kur’an-ı Kerim’de de böyle yazar. Yani bir suç bilerek de işlense, cezası kendine eşittir. Şimdi nasıl olur da bir gün orucumu bozdum diye altmış gün oruç tutuyorum? Ha, belki iyi niyetle sonradan birileri bunu İslamiyet’e sokmuş olabilir. İyi niyet: İnsanların kolay bir şekilde orucunu bozmasını engellemek. Kötü sonuç: Oruç tutmak isteyip te kendine güvenemeyenlerin oruç tutmasını engellemek. Yani insan diyor ki: Bir gün oruç tutmayı deneyip de altmış gün ceza almaktan ve altmış günden sorumlu olmaktansa, bir gün tutmamış olmayı makul görüyor. İslam zorluk dini değil, kolaylık dinidir. Bilerek oruç tutmaya (“bozmaya” olmalı, E.S) 60 günlük ceza verip te bunu Allah’ın kanunu diye göstermek Kur’an’ı inkâra girer. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ceza ancak misli iledir. Ve sınırları belirten (aşağısı ve yukarısı) ancak Yüce Allah’tır. Kimse neyin hayır olup olmadığını Yüce Allah’tan daha iyi bilemez. Saygılar.”
Cevap: Yukarıdaki satırlara, neresinden başlayarak cevap vermem gerektiği konusunda epey zorlandığımı itiraf etmeliyim. Zorlanmamın sebebi sadece bu “itiraz”ın, bazı “temel” hususlar gündeme getirilmeden tatminkâr bir şekilde cevaplandırılmış olmayacağı gerçeği değil; aynı zamanda bu köşenin sınırlarının böylesi kapsamlı bir meselenin gönül elverdiğince işlenmesine hiç müsait olmaması. Ama yine de elimden geldiğince kısa tutarak bazı noktaları aydınlatmaya çalışacağım.
Önce İslam Fıkhı‘nın mahiyetinden kaynaklanan bir hususu hatırlayalım: Pozitif Hukuk‘ta kullanılan “ceza” kavramıyla İslam Fıkhı‘ndaki “keffaret” ve “ukubet” kavramları arasında bir umum-husus ilişkisi vardır. Zira İslam Fıkhı sadece insanlar arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda insanla Allah Teala arasındaki ilişkiyi de düzenler. Bu sebeple Pozitif Hukuk “zıhar keffareti“, “yemin kefareti“, “hacc keffareti“… gibi meselelerle ilgilenmez. Ve yine bu sebeple İslam uleması “keffaret” ile “ukubet” arasında fark gözetmiş, mesela keffaretin sırf “ceza” olarak ele alınamayacağına, zira burada “bir günahın belli bir suretle örtülmesi” söz konusu olduğu için bir “ibadet” özelliği bulunduğuna dikkat çekmiştir. (Keffaret kavramı konusunda geniş bilgi için bkz. el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyye, XXXV, 37 vd.)
Buradan hareketle söylemeliyiz ki, yukarıdaki “itiraz”da “suç-ceza dengesi” babında söylenenler, keffaretler konusunda havada kalmaktadır. Üstelik –”keffaret“in “ceza” olarak nitelendirilmesine sessiz kalsak bile, bir yeminin bozulmasına karşılık 10 yoksulun doyurulması veya bir köle azad edilmesi yahut 3 gün oruç tutulmasının (5/el-Mâide, 89) emredilmesinde, ya da bir tür boşama şekli olan “zıhar“a karşılık bir köle azadı veya 60 gün oruç yahut 60 fakirin doyurulmasının emredilmesi (58/el-Mücâdele, 3-4) arasında nasıl bir “denge”den söz edebiliriz?
Bir de “İslam’da cezanın, suçun misli kadar olması” meselesi var. “Ukubetler” hakkında yapıldığı izlenimini veren bu tesbit hangi tür ukubetler için geçerli olabilir? “Haddler” hakkında böyle bir “denge”den bahsedemeyeceğimiz açık. Zira Kur’an‘da mesela “zina haddi“nin 100 ve “zina iftirası haddi“nin 80 değnek olarak zikredilmiş olması karşısında nasıl bir “denge” keşfinde bulunabiliriz?
Yukarıdaki “itiraz”da yer alan diğer hususlar hakkında ise “belki başka bir yazıya…” demek zorundayım. Zira gerçekten “yer sıkıntısı” içindeyim gördüğünüz gibi… (Devam edecek)
Milli Gazete – 4 Kasım 2003