Soru: “Sübutu ve delaleti kati, sübutu ve delaleti zanni, sübutu zanni-delaleti kati, sübutu kati delaleti zanni ne demektir, örnek verir misiniz?
Cevap: Naklî delillerin durumu hakkında kullanılan bu tabirler, delilin sabit ve delaletinin açık olup olmadığını anlatır. Soruda zikredilen sıraya göre izah edecek olursak;
- Sübutu ve delaleti kat’î: Delilin mevcudiyetinin sabit ve delaletinin herhangi bir yoruma mahal bırakmayacak kadar açık ve kesin olduğunu anlatır. Usul-i Fıkıh‘ta “muhkem” tabir edilen Kur’an ayetleri buna en güzel örnektir.
- Sübutu ve delaleti zannî: Delilin hem sabit olup olmadığında, hem de neye delalet ettiği konusunda bir şüphe bulunduğunu anlatır. Ahad tarikle (tek kişilerin rivayet etmesi suretiyle) gelmiş olan ve ne anlattığı konusunda kesinlik bulunmayıp, zan ifade eden hadisler böyledir.
- Sübutu zannî, delaleti kat’î: Tevatür mertebesine ulaşamayıp, ahad tarikle gelmiş olmakla birlikte, ne anlattığı konusunda herhangi bir şüphe bulunmayan hadisler buna örnektir. Bugün elimizde bulunan hadislerin önemli bir kısmı bu gruba girer.
Ancak burada bir noktayı belirtmek gerekir: Bu Ümmet‘in uleması tarafından kabul ve kendisiyle amel edilmiş olan haber-i vahidlerin sübutu konusundaki “zan”, yerini daha üst seviyede bir bilgi kategorisine bırakmıştır. Zira Ümmet’in ulemasının bu tutumu, haberin sübutu konusundaki şüphe ve tereddüdü ortadan kaldıran bir “karine”dir ve haber-i vahidlerin sübutu konusundaki zan, bu gibi karinelerle yerini “ilm”e bırakır.
- Sübutu kat’î, delaleti zannî: Neye delalet ettiği hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmayacak kadar kesin ve açık olmayan Kur’an ayetleri yahut tevatür yoluyla gelmiş hadisler de buna örnektir.
Soru: Resulullah efendimizin S.A.S, Sıddık-ı Ekber’e R.A. mağarada gizli ilimleri öğrettiği iddiası sahih midir? Bazıları evet derken, bazıları yok diyor. Misal Yusuf Kerimoğlu bu soruya hayır öyle bir şey yok demiştir. Var diyenlerse “İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında kayıtlıdır” diyorlar. Evet İmam-ı Rabbani mi doğru, yoksa Kerimoğlu mu? Bunu size sormamın sebebi haber türünden bir vaka olduğu içindir. Sıhhatini öğrenmek için sordum. Böyle bir olayı inkâr eden bir müslim herhalde itikadi açıdan tehlikeye girmez sanırım..
Cevap: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hicret esnasında üç gün kaldıkları Sevr dağındaki mağarada Hz. Ebû Bekr (r.a)’e “gizli zikir” (zikr-i hafi) öğrettiği pek çok Tasavvuf kaynağında mezkûrdur. Ancak soru sahibi “gizli ilimler“den bahsetmektedir ki, bunu zikreden bir kaynak bilmiyorum.
Gizli zikir meselesine gelince, herhangi bir Hadis kaynağında geçmediği gibi, Tarih kaynaklarında da –bildiğim kadarıyla– böyle bir şeyden bahsedilmemektedir. İmam-ı Rabbânî‘nin, bu meseleyi hangi eserinde zikrettiğini bilmiyorum. Yusuf Kerimoğlu hocanın konu hakkında hangi gerekçelerle tam olarak ne dediğini de bilmiyorum. Dolayısıyla soruda verilen bilginin doğru olup olmadığı hakkında şu anda herhangi bir şey söyleyecek durumda değilim.
Bu mesele hakkında günümüzde yapılan bir kısım araştırmalarda da söz konusu olayın vukuu reddedilmiştir. (Örnek olarak bkz. Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, 301 vd.; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, 384 vd.; Yard. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, 331 vd.)
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz hoca bu meseleye değindiği bir yazısında şöyle diyor: “İlk zikir telkini yapan Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Bugünkü manada tarikatlarda yapılan şekliyle olmasa bile, gönüllerin Allah’a açılmasını, kalplerin Allah zikriyle itminan bulmasını sağlamak üzere ilk defa zikri o telkin etmiştir. Hicrette Sevr mağarasında bulundukları sırada müşrikler tarafından fark edilip yakalanmaktan endişe ederek hüzne bürünen Hz. Ebû Bekir’e, “Üzülme Allah bizimle beraberdir” (9/et-Tevbe, 40) diyerek ilk zikri telkin eden odur…” (Tasavvuf Mes’eleleri, 103.)
- Kâmil Yılmaz hocanın “zikir telkini” üzerinde dururken soruda yer alan meseleye hiç değinmemesini, o hadisenin sübutuna kail olmadığı tarzında anlamak yanlış olmasa gerek.
Necdet Tosun‘un adını verdiğim çalışmasındaki tesbitine göre Nakşbendîlik‘te gizli zikir uygulaması Abdülhâlık Gücdevânî ile başlamıştır. Bu tarikatın Gücdevânî‘nin ikinci kuşaktan halifesi Mahmud Encîrfağnevî ile devam eden kolunda, Bahâeddîn Nakşbend‘e gelene kadar (yaklaşık iki asır boyunca) cehrî zikir uygulanmış, Hâce Nakşbend ile birlikte yeniden hafî zikre dönülmüştür.
Bu hadisenin inkârı itikadî açıdan herhangi bir tehlike teşkil etmez. Zira rivayet tariki ile sübutu ortaya konmuş değildir.
Milli Gazete- 30 Ekim 2004