Bir önceki yazıyı, maslahat olduğu zannıyla işlenen bir şeyin mefsedet olması halinde bile, niyetin halis olması sebebiyle işleyenin sevaba müstehak olacağını söyleyerek bitirmiştim. İşlenen fiilin mefsedet olduğu açığa çıktığında ise bu sürecin biteceği bedihidir. Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Neyin maslahat ve neyin mefsedet olduğunu nereden bileceğiz?
Hemen belirtelim ki maslahat ve mefsedetler, açıklık-kapalılık yönünden ikiye ayrılır. İşlenmesi Kur’an ve Sünnet tarafından emir veya teşvik edilen hususların maslahat olduğu açıktır; keza yapılması yasaklanmış olan ve sakındırılan hususların mefsedet olduğu da bellidir. Maslahat mı, mefsedet mi olduğu ilk anda belli olmayan meselelerde ise aslolan teenni ile hareket etmek, durumu belli olana kadar söz konusu fiili işlememektir.
Öte yandan açık maslahatlar konusunda da tafsile gitmek gerekir; şöyle ki: Eğer bir maslahatı işlediğimizde sonu bir mefsedete çıkabilecekse yahut daha önemli bir maslahatı terk etmek durumunda kalacaksak, evla olan o maslahatı işlememektir.
İzz b. Absdisselam’ın Kavâ’idu’l-Ahkâm’ında ve daha başka yerlerde detaylı olarak açıklandığı gibi –nassen belirtilmemiş alanda– neyin maslahat ve neyin mefsedet olduğunu tayin etmek son derece önemli ve bir o kadar zor bir meseledir. Mezkûr eserinde (24) İbn Abdisselâm, maslahat ve mefsedetin tesbitinde üçlü bir kategori verir. Birinci basamakta sıradan insanların dahi bilebileceği mashalat ve mefsedetler vardır. İkinci sırada zeki insanların, üçüncü basamakta ise velilerin bilebileceği maslahat ve mefsedetler gelir. Müellif buradaki “veli” kelimesini, “Bizim uğrumuzda mücahede edenler gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz” (29/el-Ankebût, 69) ayetinden hareketle “Allah yolunda mücahede edenler” olarak açıklar ve böyle kimselerin Din’in ahkâmına ihtimam gösteren, dolayısıyla bu sahadaki araştırmaları diğer insanlarınkine göre daha ekmel bulunan kimseler olduğunu vurgular.
Burası hayatî öneme sahiptir ve bizi götüreceği nokta, dinî araştırmaların, hükümlerin, davranışların temelini teşkil eden “Usul”den ve bunun uzantısı olan “Kavaid”den başkası değildir. Temel eksiğimiz Usul ve Kavaid ile yaşadığımız hayat arasında bağlantı kurmayı akledemeyişimiz veya bunu beceremeyişimiz yahut daha doğru bir tesbitle bunu kâmil anlamda yapabilecek kapasitede bu sahaya vakıf kadrolardan mahrum bulunuşumuzdur.
Söz gelimi Dinlerarası diyalog meselesini tartışırken Kavaid’e müracaat etmeyi aklımıza getirebilsek belki meseleyi daha kolay çözme imkânı bulacağız. Zira “Def’i mefasid celb-i menafiden evladır” (Mefsedeti önlemek menfaat elde etmekten önce gelir) kaidesi burada bize rehberlik edecek ve şöyle bir durum değerlendirmesi yapacağız: Bizler İslam’ı başkalarına anlatmak suretiyle bir maslahatı gerçekleştirmiş oluyoruz. Ama Diyalog sürecinde ortaya atılan “Tek tanrılı dinler”, “Dinlerin birliği”, “İbrahimî/Semavî/Hak Dinler”… gibi kavramlar ve öteki dinlerin de hak olduğu çağrışımı yapacak söylem ve semboller, imanı zayıf kimselerin diğer dinlere –en azından– meyletmesine sebebiyet veriyorsa, bundan büyük mefsedet olmaz ve bu mefsedetin derhal ortadan kaldırılması gerekir. Bunun üzerine bir de misyonerlik faaliyetlerini eklediğimizde Diyalog sürecinin yol açtığı mefsedetin tartışılır yanı kalmamakta ve mesele daha bir ehemmiyet ve aciliyet kazanmaktadır.
Devam edecek.
Milli Gazete – 16 Ekim 2006