S–9) Risale-i Nurlar için ben onları kendim değil ilham olarak yazıyorum demesi ve bundan ötürü Risalelere Kur’an mesabesinde bakılması nasıl bir durumdur?
Bir olgu olarak “ilham”ın hakikatini teslim etmekle birlikte, bizim Akaid ve Usul-i Fıkıh kaynaklarımızda onun bir “bilgi/hüküm kaynağı” olarak değerlendirilmediğini bilmemiz gerekir. Bilindiği gibi Usul-i Fıkıh’da, bilgi/hüküm kaynakları (edille-i şer’iyye), “aslî” ve “fer’î” olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Kitap. Sünnet, İcma ve Kıyas “aslî” bilgi/hüküm kaynaklarını teşkil ederken, –mezhepler arasında ihtilaflı bir alanı oluşturan– İstihsan, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi, Örf vb. de “fer’î” bilgi/hüküm kaynaklarını oluşturur. Bunlar arasında “ilham” diye bir maddenin yer almadığına bilhassa dikkat etmek gerekir..
İlham ve rüyanın bilgi/hüküm değeri konusunda derli-toplu ve sahih bilgi bulabileceğimiz bir kaynak olarak Abdülganî en-Nâblusî’nin el-Hadîkatu’n-Nediyye Şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye isimli eseri zikre değerdir.[1]Bkz. el-Hadîkatu’n-Nediyye, I, 164 vd. en-Nâblusî orada kısaca ve anlam olarak şöyle der: Gerek zahir, gerekse batın uleması nazarında ilham, kendisiyle şer’î ahkâmın sabit olduğu, Kitap ve Sünnet’ten müstağni kılan bir hüccet değildir. Batın uleması nazarında –amelî hayat Kitap ve Sünnet’ten elde edilen ilim doğrultusunda düzenlendikten sonra– ilham Kitap ve Sünnet’in anlamlarını kavramada sahih bir yol olarak görülür. Aksi halde ilham, kendisiyle amel etmek caiz olmayan şeytanî bir vesvese olur…
Bu çerçevede ulemamız, şer’î nass, ilke ve hükümlerle çatışmamak şartıyla ilhamla amel edilebileceğini belirtmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, bu da ilham sahibinin şahsıyla sınırlı bir durumdur; bir başkasını kesinlikle ilzam etmez.
Bu noktayı akılda tutarak meseleyle alakalı bir diğer noktaya intikal edelim: İnsanın, Kitap ve Sünnet’ten içtihad ederek çıkardığı hükümde yanılma payı her zaman mevcut olduğu gibi, ilham ve keşifle elde ettiği bilgide de yanılma payı her zaman mevcuttur. Daha önce muhtelif vesilelerle değindiğim bu meselenin tafsilatı için dipnotta belirttiğim yere bakılabilir.[2]Ebubekir Sifil, Sana Din’den Sorarlar, I, 143 vd.
İnsan herhangi bir mesele üzerinde uzun zaman yoğunlaştığı zaman, gerekli altyapıya da sahipse, başkalarının dikkatinden kaçan birtakım bilgi ve tesbitlere ulaşabilir. Bu yolla kalbine, başkalarına zahir olmayan bilgiler münkeşif olabilir. Hepimizin bu doğrultuda tesbit, müşahede ve tecrübeleri vardır. Dolayısıyla Bediüzzaman merhum gibi hayatını Risale-i Nur’un telifiyle geçirmiş, daha doğrusu hayatını buna adamış bir insanın, bir ömür üzerinde yoğunlaştığı meseleler hakkında ilhama mazhar olmasını garipsememek gerekir.
Yanlış olan, Risale-i Nur’un ihtiva ettiği Kur’an ve Sünnet nassları zemininde birtakım anlam boyutlarına ilhamla ulaşılmış olabileceğini söylemek değil, “ilhamla yazılmıştır” gerekçesiyle bu esere “hatadan masun” gözüyle bakmaktır. İnsan ürünü hiçbir eser hatadan salim olmadığı gibi, Risale-i Nur da hatasız değildir. Bediüzzaman merhumun kendisi hakkında ileri sürmediği bir davayı biz onun hakkında nasıl ileri sürebiliriz? O’nun, kendisi veya Risale-i Nur hakkında “hatasızdır” şeklinde bir iddiada bulunmuş olması şöyle dursun, kendi sözleri hakkında “mihenge vurun” dediğini daha önce görmüştük.
Ancak yine daha önce de dediğim gibi bu durum, Risale-i Nur’u her önüne gelenin tenkit edebileceği, ya da “içinde hatalar var” diyerek kıymetten düşürebileceği anlamına gelmez. Hele bazı çevrelerde görüldüğü gibi bu eser ve sahibi hakkında tahkire varan bir tutum ve üslup benimsemek, –tasvip, tasdik ve tensip etmek şöyle dursun– müsamaha ile dahi karşılanamaz!
Devam edecek.
Milli Gazete – 17 Ekim 2010