S–7) Osmanlının yıkılışında etkisi var ise sonuçta hayır ve şer manasında açılan bir kapı vardır ki Sait Nursi bu durumun neresindedir? Yani şer ise kendisine vebal, hayır ise kendisine sevap mahiyetinde bir kazanç var mı?
Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Daha önce de belirttiğim gibi, o dönemde sadece Bediüzzaman merhum değil, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif gibi kalburüstü pek çok isim Sultan II. Abdülhamid hana muhalif tutum takınmış, onun, Osmanlı’yı ayakta tutmak için çırpınmayla geçen 33 yıllık saltanat dönemini “istibdat” olarak damgalamıştır.
Yine daha önce ifade etmeye çalıştığım gibi, İttihat Terakki yönetiminin zihniyetini ve icraatlarını yakından tanımaya ve tecrübe etmeye başladıkça dönemin vicdan ve irfan sahibi siyaset adamlarının, ilim adamlarının, aydınlarının “istibdat” denen o dönem hakkındaki kanaatleri hızla değişmiştir.
Sultan II. Abdülhamid hanın, içeriden ve dışarıdan gördüğü bütün baskı ve tazyiklere rağmen dirayetle yürüttüğü “İslam’ın son kalesini ayakta tutma” amacına matuf kimi icraatları “istibdat” olarak değerlendirenlerin tamamını aynı kefede görmek yanlış olur. Meseleyi İslamî hassasiyetle ele alanlar, hedef aynı olsa da niyet ve maksat farklılığı sebebiyle mesela Abdullah Cevdet, İbrahim Temo gibi zevattan farklı düşünülmelidir.
Osmanlı’yı yıkmak gibi bir niyetleri olmadığı halde, çalışmaları bu neticeye müncer olanlar, sonunda nedamet getirmiş iseler, sadece gerekli teyakkuz ve basireti gösterememekle itham edilmelidirler. Aksi halde tutarlı olmak için sadece Bediüzzaman merhumu değil, devrin ilim adamlarının kahir ekseriyetini “bir şerrin kapısını açma” vebalinin yüklenicisi olarak tesbit etmek gerekir. Ben şahsen böyle bir tesbite de, vebale de iştirak edemem.
S–8) Tarihçeyi Hayat’ta eski Sait diye tanımladığı ve hatalarla geçen devri olarak tanımladığı bu devri açıklamasını bazı müntesipleri sanki günah çıkarma gibi anlatmaktadır. Bu durum nasıl değerlendirilmelidir?
Müslüman sorumluluğunun üstüne bir de “ilim adamı” sorumluluğu eklenince, insanın iki kat hassasiyet göstermesi eşyanın tabiatındandır. Bediüzzaman merhum, hayatının belli bir dönemine ait görüş ve düşünceleri şayan-ı tenkit bulup terk etmişse, bu onun menakıbı cümlesinden sayılmalıdır. Her müslümanın sahip olması gereken “özeleştiri” cesaret ve hassasiyeti ile “günah çıkarma” arasında nasıl bir irtibat olabilir? Kendisine, inancına ve aidiyetlerine saygısı olan herkes, Allah ve Ümmet karşısında kendisini sorgulamaktan ve varsa yanlışlarını itiraf etmekten kaçınmamalıdır.
Burada üçüncü şahıslar olarak bize düşen bir sorumluluk varsa, o da Bediüzzaman merhumun terk ettiği ve –diyelim ki– sahiplenmediği “eski Sait” dönemi ile “yeni Sait” dönemi arasındaki farklılıkların üzerine eğilmek, buradan bizim için ne gibi ders ve ibretler çıkarılabilir, ona bakmaktır. Böyle bir çalışmanın mevcut olup olmadığını bilmiyorum; yoksa mutlaka yapılmalıdır. “Eski Sait” dönemine karakterini veren hususlar, Bediüzzaman merhumun kendisinden ve dışarıdan kaynaklanan etkenler, “yeni Sait”i hazırlayan şartlar, olaylar, gelişmeler, bu iki dönem arasındaki “geçiş dönemi”nin hususiyetleri vs…
Öte yandan, Bediüzzaman merhumun bu örnek davranışının hangi müntesibi tarafından “günah çıkarma” olarak nitelendirildiğini bilmiyorum. Bunun daha ziyade onun muhalifleri tarafından dile getirilmiş “yakışıksız” bir yakıştırma olarak görülmesi gerekir diye düşünüyorum.
Devam edecek.
Milli Gazete – 10 Ekim 2010