Bediüzzaman merhum, Risale-i Nur ve Nurculuk diye bilinen hareket merkezli seri soruların cevabına geçmeden önce birkaç noktayı kısaca belirtmekte yarar görüyorum:
Cumhuriyet sonrası ülkemizde görülmeye başlayan cemaat yapıları, İslamî hassasiyet sahibi dirayet ehli Osmanlı bakiyesi alim, salih ve fazıl zatların milletimizin aidiyetleriyle ilişkisini devam ettirmek ve kendine yabancılaşmasının önüne set çekmek maksadıyla ortaya koydukları samimi/ihlaslı ve fedakârane çalışmaların eseri olarak niteleyebiliriz.
Aynı mübarek maksada yönelik gayretlerin semeresi olan bu yapıların, İslamî çalışmada birbirlerinin “rakibi” değil, “refiki” olması gerekir; eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Dolayısıyla kendisini şu veya bu cemaate mensup hisseden, aidiyet bağlarını o şekilde kurmuş bulunan kardeşlerimizin, diğer yapıları birer “ayrışma unsuru” olarak görmesi, onlara mesafeli durması ve hele de “düşmanlık beslemesi” asla söz konusu olmamalıdır.
Bu söylediklerimin “temenni”den öte bir anlam taşımadığını düşünebilirsiniz. Ama herkes bizzat kendi nefsinde bu meseleyi ciddi anlamda sorgular, muhakeme ederse, söylediklerimin sadece temenniden ibaret “doğru” değil, aynı zamanda “mümkün”, hatta “gerekli” olduğunu teslim edecektir.
Kim çıkıp da Bediüzzaman merhumla Süleyman Hilmi Tunahan merhum arasında, bugün onların tabileri olduğunu söyleyen bazı kardeşlerimiz arasında bulunana benzer bir iletişimsizlik olduğunu söyleyebilir? O insanların hayatında bunu söylemeyi mümkün kılacak bir hadise tesbit edilebilmiş midir?
Esasen Osmanlı bakiyesi o alim ve salih kadroya bir bütün olarak baktığımızda, hepsinin de batmakta olan bir geminin su alan çatlaklarını, gediklerini tıkamaktan başka bir hedefi olmayan, hayatlarını hizmet yarışı anlayışıyla geçiren insanlar olduklarını, her birinin, kendi iştigal ve ihtisas sahası içinde bu milletin geleceğini kurtarmak adına canla başla çalıştığını görürüz. Cemiyet-i İlmiye ya da Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye çatısı altında faaliyet gösteren ulemanın hangisini diğerlerinden ayrı telakki edebiliriz? Mustafa Sabri Efendi ile Bediüzzaman Said Nursi, Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalılı Hamdi Efendi ile Arapkirli Hüseyin Avni ya da İskilipli Atıf Efendi… gibi dönemin yıldızlaşmış isimleri arasında bu tarz bir ayrılık-gayrılık düşünmek başta onların hatırasına saygısızlık anlamı taşıyacaktır!
Dolayısıyla bugün, onların fikir, hareket ve metotlarını sürdürme iddiasını taşıyan kimse ve kesimler olarak sizlere düşen, onların arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı devam ettirmek, iş ve güç birliği yaparak insanımızın aidiyetleriyle ilişkisini daha kuvvetli kılmanın yollarını aramaktır.
Tasvip etmemekle birlikte bir durum tesbiti olarak söyleyelim: Bugün onların tabileri olduğunu söyleyen kimse ve kesimler arasında bir irtibatsızlık, hatta su-i zan bulunabilir. Bununla, onların metbuu durumundaki o alimlere karşı tavrı birbirine karıştırmamalıyız. O kesimlerin birbirine karşı olumsuz tavrı, izini takip ettikleri alim ve fazıl insanlara karşı olumsuz tavra dönüşmemelidir.
Elbette o alimler de birer beşer olmaları dolayısıyla hatadan masun ve masum değildir. Onarın hiç birisinden, hatasız ve kusursuz oldukları yönünde bir iddia sadır olmamıştır. Ehl-i Sünnet çizginin müktesebat ve dirayet sahibi müntesipleri olarak onlardan bunun aksini beklemek abes olurdu.
Ancak bu gerçek, onların bu memleket ve bu millet için o olağanüstü şartlarda gösterdiği fedakârlığı ve yaptığı samimi hizmetleri gölgelemez, gölgelememelidir.
Kardeş olmayı beceremiyorsak, hiç olmazsa bunu yapalım. Unutmayalım, hatasız dost arayan dostsuz kalır.
Devam edecek.
Milli Gazete – 5 Eylül 2010