S–33) “Özellikle dinler arası diyalog konusunda Fetullah Gülen cemaatinin yaptıkları ne kadar yararlı? Zaralı ise neden zararlı? İslam’a düşman bir ülke neden Hoca efendiye üst düzey bir koruma sağlamaktadır? Yurt dışında yapılan okullar gerçekten tv’lerde gösterildiği gibi yararlı mı? Ayrıca ekranlara çıkıp ta İslam ve peygamberi hakkında güzel açıklamalar yapan Ehl-i kitaba inanmalı mıyız?”
Bu sorunun cevabıyla “Bediüzzaman ve Risale-i Nur” başlıklı faslın sonuna gelmiş oluyoruz. Farklı bağlamlarda pek çok kez ele aldığımız bu mesele hakkında bu soru bağlamında şunları söylemiş olalım:
Dinlerarası diyalog olarak ifade edilen faaliyet ve sürecin Hristiyanlar tarafından “dinî-siyasî bir proje” olarak tasarlanıp hayata geçirildiği bilinen bir husus. Onların, kendileri bakımından bir fayda getireceği düşüncesini taşımadan, bunu gerçekleştirecek fikrî/teorik ön çalışmaları yapmadan ve gerekli mekanizmaları oluşturmadan böyle bir adım atmış olabileceğini düşünmek, hiç şüphe yok “safdillik” olur. Özellikle bu sürecin, birkaç sene süren son derece geniş katılımlı bir konsilin (1962-65, II. Vatikan Konsili) sonucu olarak hayata geçirilmiş olduğu ve hatta bu konsil öncesinde 5 yıla varan bir hazırlık döneminin geçirildiği düşünüldüğünde, son derece ciddi bir proje ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğini kavramak kolaylaşacaktır.
İslam Dünyası’nda bu sürece katılım için en az onu tasarlayanlarda görüldüğü kadar ciddi bir ön hazırlık süreci yaşandığına dair elimizde hiçbir bilgi yok. Esasen İslam Dünyası’nda bu sürece katılan çevrelerin birbirinden çok farklı olduğunu (sivil cemaatler, devlet kurumları, üniversiteler…), dolayısıyla her birinin farklı bir beklentiyle bu sürece dahil olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
“Ne kazanıp ne kaybettiğimiz” meselesine gelince…
Öncelikle şunu söyleyelim: Ülkemizde bu sürece katılan kesimlerin bugüne kadar, Dinlerarası diyaloğun gerekçesi olarak ileriye sürdüğü hususların hiç birisi konusunda kayda değer herhangi bir adım atıldığını bilmiyoruz. “İnsanlığın ortak problemleri” olarak ifade edilen savaş, madde bağımlılığı, çocuk ve kadın istismarı, ekolojik problemler… gibi hususlarda kiminle hangi çalışmalar yürütülmüş ve hangi neticelere ulaşılmıştır?
Belki gayrimüslim dünya ile, daha doğrusu bir kısım gayrimüslim kişi ve kuruluşlarla bir masa etrafında toplanıp bir şeylerin müzakeresini yapmak ve bu çerçevede onların bir kısmından hissiyatımızı okşayan sözler duymak… Bu çalışmalardan geriye kalan başka ne var?
Evet, hakkı teslim edelim; Müslümanlarda, gayrimüslimlerin, dünyasına girilebilir, kendileriyle temas edilebilir insanlar olduğu kanaatinin yerleşmesine ve yaygınlaşmasına da katkı sağlamıştır bu süreç. Ve esas önemli husus budur.
Bu niçin önemlidir?
Onlara ait olan bir şeylerin bizim tarafımızdan olumlanabileceği, paylaşılabileceği düşüncesi, giderek onlarla aramızda ortak zeminler, algılar, kanaatler ve hatta “inançlar” bulunduğu anlayışına evriliyor da onun için. Kur’an’ın, Yahudi ve Hritiyanların yahudi ve hristiyan kalarak da kurtuluşu elde edebileceğini, cennete gidebileceğini söylediği, ancak Müslümanların tarihsel/konjonktürel kimi durumları mutlaklaştırarak bu Kur’anî hakikati (!) gölgelediği tarzındaki iddialar bize Dinlerarası diyalog sürecinin hediyesi değil midir?
Müslümanlar tarih içinde gayrimüslimlerle temas etmiyor muydu? Elbette ediyordu. Elbette onlarla ilişkimiz hep “savaşmak” şeklinde olmamıştır. Onlar bizim topraklarımızda “reaya” olarak, bizim şehirlerimizde “hemşehri”, bizim mahallelerimizde “komşu” olarak hep aramızda oldular.
Ama bir noktayı gözden kaçırmayalım: Bizim aramızda yaşayan hristiyanlarla Batı’da yaşayan hristiyanlar “kültür” olarak birbirlerinden büyük farklılıklar gösterir. Bizim aramızda yaşayanlar “inanç” olarak değil, ama “kültür” olarak müslümandılar. Bizim dilimizi (deyim ve kavramlarımızı) kullanarak konuşmaları, birçoğunun evinde haremlik-selamlık uygulamasının bulunması… başka neyle açıklanabilir?
Soruda yer alan diğer hususları haftaya cevaplayalım.
Milli Gazete – 6 Mart 2011