S–28) Risalelerin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda böyle zorlu bir ortamda örneğin cehennem nerede, cennet nerede, Hızır, İlyas ve İsa aleyhimusselamların makamları nerde gibi sorularla meşgul olması ne kadar gerekli bir durumdur? Ve gerçekten bu meseleler önemli meseleler mi ve nasıl değerlendirilmelidir?
Risalelerin belli bir konjonktürde kaleme alınmış olması, soruda zikredilen türden konuların işlenmesine mani değildir. Daha önce de ifade ettiğim gibi Risale-i Nur’da İslamî ilimlerin hemen her dalına taalluk eden bahisler vardır. Yine bilindiği gibi bu eserde zaman zaman sorulan sorulara cevaplar da yer almaktadır. Dolayısıyla bu tarz meselelerin bu eserde yer almış olmasında bir gariplik yoktur.
S–29) Sait Nursi döneminde bilinen ve ondan daha üstün başka âlimler var mıydı? Varsa birkaç örnek verir misiniz?
Yine daha önce belirttiğim gibi böyle mutlak bir karşılaştırmayı doğru bulmam. Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış bulunan alimler, belki biraz da içinde bulundukları normal dışı şartların tazyikiyle İslamî ilimlerin her birinde “otorite” vasfıyla söz söyleyecek dirayet ve vukufiyete sahiptiler. Hangi sahada konuşmuş ve yazmışlarsa, sadece o sahada ihtisas yapmışlar gibi bir his uyandırırlar. Aramızda sadece yarım asırlık bir zaman dilimi bulunmasına rağmen onların hiç birisinden müstağni kalamıyor ve eserlerini “kaynak” olarak kullanıyor oluşumuz bunun en sadık şahididir.
Bununla birlikte, verdikleri eserlerden yola çıkarak o dönem alimleri hakkında şöyle bir tesbit yapabiliriz: Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum, döneminde yaşayan alimler içinde bilhassa Hadis ilimlerinde biraz daha ileridedir. Mustafa Sabri Efendi merhum Kelam ilminde, Elmalılı Hamdi Yazır merhum Tefsir ve Felsefe sahalarında böyledir. Bediüzzaman merhumun eserlerinde ise özellikle “ihtisas erbabına” hitap eden bir muhteva görmüyoruz. Elbette bu, Risale-i Nur’un ilmî hüviyeti haiz bulunmadığı anlamına gelmiyor. Bunun anlamı, Risale-i Nur’un temel olarak ilim erbabına hitaben değil, “halkın imanını kurtarmak” gibi bir hedef gözetilerek kaleme alınmış olması, dolayısıyla mütehassıslara hitap eden bir özellik taşımıyor olmasıdır.
Şahsen gerek Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye’de birlikte görev yaptığı mesai arkadaşlarından, gerekse diğer ilim ehlinden Bediüzzaman merhumun ilmî kudreti hakkında aleyhde söylenmiş herhangi bir söz okumuş/duymuş değilim. Dolayısıyla Risale-i Nur hakkındaki bu tesbit, eserin sahibinin ilmî seviyesi hakkında bir değerlendirme olarak okunmamalı. Böyle bir tavrı “haddini bilmezlik” olarak görürüm.
S-30) Sait Nursi bugün en büyük farz İslam birliğidir derken, batıya karşıyken ve mütevazi bir hayat yaşarken bugün onun bağlıları neden aksi yolda gitmektedir?
Bediüzzaman merhumun “bağlıları” olarak ifade edilen kesimin homojen bir yapı göstermediğini, hepsi de Bediazzaman’dan ve Risale-i Nur’dan beslendiğini söyleyen birden fazla yapı bulunduğunu daha önce vurgulamıştım. Esasen bu durum, kimsenin gizlisi değil. Bu bakımdan sorunun, belli kesimleri paranteze alarak sorulması ve cevaplanması gerekir.
“Nurculuk” diye ifade edilen yapı içinde mütalaa edilenlerin ekseriyetinin, geçtiğimiz asırda Müslümanlar tarafından “zararlı cereyanlar” arasında zikredilen “Batıcılık” bağlamında bugün farklı bir tavır içinde olduğu, bilhassa siyasî meselelerde Batıcıların tavrını/duruşunu andıran bir tavır/duruş benimsediği dikkat çekiyor. En azından onların Batı’ya Bediüzzaman merhumun baktığı gibi bakmadığı aşikâr.
Bunun, cemaat politikalarının ve faaliyet alanlarının muhafaza ve idamesi gibi bir gaye için benimsenmiş bir tutum olduğunun söylenmesi meselenin izahı için yeterli değil. En azından İslamî ilimlere, dolayısıyla “din anlayışına” taalluk eden kimi hususlarda Bediüzzaman merhumdan hayli farklı düşündükleri, artık ayrıca delillendirmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar tebellür etmiş bulunuyor. Bunu tek bir sebebe irca etmek doğru ve açıklayıcı olmaz. Bu, başlıbaşına bir inceleme-araştırma konusu olduğu için şimdilik bu kadarla yetiniyorum.
Devam edecek.
Milli Gazete – 13 Şubat 2011