Başörtüsü gibi, dinî hassasiyet sahibi herkesi doğrudan ilgilendiren bir mesele dahi Türkiye’deki hizipçiliğin beton duvarlarını maalesef aşamamıştır. “İslamî kesim”i oluşturan yapılanmalar, böyle “cemaatler üstü” bir meseleyi görüşüp istişare etmek, çözüm için ortak aklın rehberliğine başvurmak için dahi bir araya gelmemiş, gelememiştir. Sonunda çözüm, “başınızı açın, problem çıkarmayın” muhtevalı bir “içtihad”da bulunmuş anlaşılan…
“Bu hamur çok su götürür” misali, bu mesele hakkında söylenecek çok şey var. Ancak konuyu hafta sonuna sarkıtmamak için, söyleyeceklerimi maddeler halinde toparlayayım:
- Başörtüsü akil ve baliğ her Müslüman kadının yerine getirmesi gereken bir farzdır; “farz-ı ayn”dır. İlim öğrenmek/öğretmek ve sair hizmetlerde bulunmak ise “farz-ı kifaye”dir. Şu halde başörtüsünün farziyetine inananların öncelikle yapması gereken şey, en azından farz-ı kifayeyi yerine getirecek kemiyet ve keyfiyette hanımın başörtülü olarak ilim tahsil edip hizmet vermelerinin yollarını arayıp bulmak ve onlara bu imkânı sağlamaktır.
Daha önce de vurgulamıştım: Türkiye’de başörtüsü konusunda hassasiyet sahibi olan insanların, başörtüsü mağdurlarına okuma ve çalışma imkânı sağlamaya fazlasıyla yetecek malî güçlerinin ve fizik imkânlarının mevcut olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla mesele öncelikle “samimiyet” ve “feragat” meselesidir!
- Bir farz-ı ayn çiğnenerek bir farz-ı kifaye yerine getirilebilir mi? Yahut daha teknik bir dil kullanarak ifade edecek olursak; bir konuda farz-ı ayn ile farz-ı kifaye tearuz ederse hangisi tercih edilir?
Bu meseleye Usul ve Kavaid açısından baktığımızda, farz-ı aynın farz-ı kifayeye takdim (tercih) edileceği konusunda neredeyse ittifak bulunduğunu görürüz. Kimi kaynaklarda bu husus verildikten sonra “farz-ı kifayenin takdim edileceği de söylenmiştir” tarzında bir “kîl” zikredilir ve genellikle hemen arkasından, esahh ve mutemed olanın, ilk görüş olduğu söylenir.
Hanefî mezhebinin konuyla ilgili mutemed görüşü için Bedâi’u’s-Senâi’in “Âdâbu’l-Kadâ” bahsine (V, 448), “Beyânu Keyfiyyeti Fardiyyeti’l-Cihâd” bahsine (VI, 57) ve İbn Âbidîn’in “Mukaddime” kısmındaki “tenbih”e bakılabilir mesela.
Araştırabildiğim kadarıyla Şafiî mezhebinde, Ebû İshak el-İsferâînî, İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî ve babası dışında farz-ı kifayenin farz-ı ayna takdim edileceğini söyleyen olmamış. ez-Zerkeşî el-Mensûr’da (I, 339) bu meseleyi örnekleriyle geniş bir şekilde ele almış ve farz-ı aynın takdim edileceğini kesin bir dille belirtmiştir.
Farz-ı aynın farzı kifayeden efdal olduğu ve ona takdim edileceği konusunda el-Karâfî el-Furûk’ta (I, 204) İmam Mâlik’in, “Hacc cihaddan efdaldir; çünkü farz-ı aydır. Cihad ise farz-ı kifayedir” dediğini nakleder. (Ayrıca bkz. Tehzîbu’l-Furûk, I, 127). Hanbelî mezhebinin konu hakkındaki görüşü için ise el-Muğnî ve eş-Şerhu’l-Kebîr’e (X, 375-6) bakılabilir.
- Soruda zikredilen içtihadın sahibi, söz konusu cevaza, ayrıca mü’minlerin umumî maslahatları, zaruret vb. noktalardan da hareket ederek ulaşmış olmalı. Bu nokta hakkında da alettenezzül şunu söylemek mümkün: Farz-ı kifaye gibi zaruret ve hacet de kendi miktarınca takdir olunur. Mü’min kadın ve kızların başlarını açıp okuyabilecekleri, çalışabilecekleri konusunda soruda nakledilen içtihadın içerdiği umumî cevaz –eğer nakil doğruysa– ne maslahatla ne de zaruretle açıklanabilir.
Herhangi bir kayıt ve sınır gözetilmeksizin getirilmiş olan bu umumî cevaz, İslamî bir meselenin, İslam’ın bir hükmü çiğnenerek yerine getirilmesi anlamına gelir. İmam el-Gazzâlî’nin, Tehâfütü’l-Felâsife’nin ikinci mukaddimesindeki meşhur tesbitini hatırlayalım: “İslam’a İslam’ın onaylamadığı bir yolla yardım etmek isteyen kimsenin zararı, İslam’a İslam’ın onayladığı bir yolu kullanarak zarar verenin zararından daha büyüktür.”
Milli Gazete – 20 Kasım 2006