Soru: “… O halde onu âzad etmeyeyim mi?” dedim. “Bana bir getir hele!” dedi. Ben de câriyeyi ona getirdim. Ona: “Allah nerde?” diye sordu. Cariye: “Semâda!” diye cevap verdi. Bu sefer: “Ben kimim?” diye sordu. O da: “Sen Resûlullah’sın!” diye cevap verdi. Bunun üzerine aleyhissalatu vesselam: “Onu âzad et, çünkü mü’mine’dir” buyurdu.” Müslim, Mesâcid 33, (537); Ebu Dâvud, Salât 171, (930, 931 ); Nesâî, Sehv 20, (3, 14-1 8).
“Yukarısı bir hadisin son kısmıdır, kaynağıyla beraber görüyorsunuz. Ehl-i Sünnet itikadında Allah’a mekân isnadı caiz değildir, Allah semada demek küfürdür değil mi? Peki Resulullah efendimiz s.a.s “Allah semada” diyen kadına neden bir şey dememiş ve onu mümine diye nitelendirmiştir?
Cevap: Başta Sahabe olmak üzere “Ehl-i Sünnet-i hassa” dediğimiz Selef ulemasının tavrı, müteşabih ayet ve hadislere varit oldukları gibi iman ve anlamlarını Allah Teala’ya havale etmek şeklindedir ve aslolan budur. “Ehl-i Sünnet-i amme” dediğimiz müteahhirun ise, yakin seviyesindeki azalma ve muhtelif cereyanlar sebebiyle imanî meselelerde şüphelerin artması gibi sebepler dolayısıyla bu türlü ayet ve hadisleri muhkem nasslar doğrultusunda ve sahih Arap dilinin ölçüleri içinde tevil etmiştir.
İbn Teymiyye ile başlayan ve kendisine “Selefî” diyen cereyan, müteşabih ayet ve hadislerin anlaşılması konusunda daha farklı bir yol izler ve şöyle der: Bu türlü ayet ve hadislerin anlamı malumdur; ancak “keyfiyeti” bizce bilinmez. Kur’an‘da ve hadislerde Allah Teala‘nın elinden, yüzünden, inmesinden… bahsedildiğine göre bunların “hakiki anlamda” mevcudiyetine inanır, “nasıl”lığı sorusunu ise, “O’nun uluhiyet, azamet ve şanına layık bir şekilde” diye cevaplarız.
Allah Teala‘ya mekân izafesi problemi de bu bağlamda önemli bir yer işgal etmektedir. Gerek yukarıda bir varyantı verilen rivayetten, gerekse “Arş’a istiva” vs. ilgili diğer ayet ve hadislerden hareketle Selefî ekol, Allah Teala‘nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir “yönde” bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye‘nin “Kitâbu’l-Arş“ı, İbn Kudâme‘nin “İsbâtu Sıfeti’l-Uluvv“u ve ez-Zehebî‘nin “el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Azîm“i gibi monografiler de mevcuttur.
Allah Teala‘ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş‘ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allah Teala olduğuna ve O’nun istivasının “mekân tutmak” anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe‘nin de dile getirdiği “Allah Teala bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?” sorusuna İbn Teymiyye‘nin bulduğu cevap, “Arş’ın nev’î kıdemi“dir. Bu, şu demektir: Allah Teala ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allah Teala dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu (“vâcibu’l-vücud“) olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır…
Bu, meselenin sadece bir yönüdür. Bunun dışında, muzaf mekânın Allah Teala‘nın zatını ihata etmesi ya da O’nun azametiyle mütenasip bir azamette olması, “havadis”in (varlığı sonradan olan varlık ve olayların) Allah Teala‘ya hululü… gibi meseleler de kaçınılmaz olarak yukarıdaki bakış açısının doğurduğu problemler olarak gündeme gelmiş ve tartışılmıştır.
Benim görebildiğim şudur: Selefî ekol sanki bu meselede yaklaşımının temeline haber-i vahid türü rivayetleri koymuş, muhkem nassları onlar doğrultusunda anlamayı tercih etmiştir. Oysa önemli bir kısmı rivayet tekniği açısından problemli olan bu rivayetlerin titiz bir ayıklamaya tabi tutulması ve sahih olanların muhkem nasslar doğrultusunda anlaşılması gerektiği açıktır.
Hanefî Usulü‘nde mukarrer olan “Kur’an‘a haber-i vahid ile ziyadenin mümkün olmadığı” ilkesinin önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Meselenin temeline tenzih ayetlerinin yerleştirilmesi ve diğer ayet ve hadislerin bu doğrultuda anlaşılması en sağlam yoldur.
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” ayeti (42/eş-Şûrâ, 11), Allah Teala ile mahlukat arasındaki ontolojik farklılığı dile getiren muhkem bir nass olarak meselenin temelini teşkil etmektedir.
Bunun yanı sıra, “De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: “Allah’ındır” (6/el-En’âm, 12) ve “Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir” (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; “Gecede ve gündüzde barınan her şey O’nundur” (6/el-En’âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala‘nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.
“O’dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş’a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir…” (57/el-Hadîd, 4) ayeti de konumuz bakımından son derece ilgi çekicidir. Zira burada Allah Teala‘nın Arş‘ı istivası ile “maiyyet” (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir. Neden buradaki “maiyyet“i, “ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek…” diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, “istiva“yı “hükümranlığı altına almak” vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır?
(Devam edecek)
Milli Gazete – 7 Ağustos 2004