“Bu çağda böyle tutuculuk olmaz; Vatikan onu dünyanın ücra bir köşesine gönderecektir…” diyenleri fena halde yanıltan, “O seçilirse Vatikan içine kapanacaktır…” türünden yorumlar yapanları da fena halde yanıltacak olan Vatikan Kardinaller Kurulu, kardinal Joseph Ratzinger‘i 265. Papa olarak seçti.
Kendisini bundan böyle “XVI. Benedict” olarak anmamızı isteyen yeni papanın seçiminin Vatikan politikalarına ve Müslümanlar‘la ilişkilere nasıl bir biçim ve muhteva getireceğini şimdiden keskin çizgilerle belirlemek zor.
Ancak Engizisyon‘un bir devamı niteliğinde olduğu söylenen Dinsel Öğretiler Kurulu‘nun başkanlığını uzun yıllardır sürdüren Ratzinger‘in şu ana kadar çizdiği profilden yola çıkarak aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün görünüyor:
- “O seçilirse Vatikan “muhafazakâr” bir çizgiye kayabilir” diyenler yanılıyor olmalı. Ratzinger‘in, yeni papanın belirleneceği oylama öncesi yönettiği “özel ayin”de söyledikleri, Vatikan‘ın bu istikamette bir çizgiye doğru kayacağını değil, bugüne kadar –özellikle II. Vatikan Konsili‘nden bu yana– izlediği politikada çok köklü bir değişimin olmayacağını gösterir nitelikteydi:
“Çok sayıda Hristiyanın inancının birçok akım, ideoloji ve farklı düşünme biçimi tarafından sarsıldığını, dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan (yeni) Hristiyan mezheplerinin, Katolik Kilisesi’nin geleceğini belirsizleştirdiğini” söyleyen Ratzinger, bilahare kendisini Papa olarak seçecek 115 kardinale, “Papalık için, Katolik Kilisesi’ni değişen dünyaya karşı savunacak birini tercih” etmelerini söylemişti.
Selefinin izlediğinden çok farklı olmayan bir politika izleyeceğinin habercisi niteliğindeki bu konuşmadan farklı bir “tutuculuk/muhafazakârlık” çıkarmak biraz “zorlama” olacaktır.
- Türkiye–AB ilişkileri konusunda Vatikan‘ın 2 numarası olarak bir süre önce yaptığı açıklamalar da onun bu çizgisinin bir yansıması olarak görülebilir.
Konuyla ilgili olarak Le Figaro Magazine dergisine verdiği bir mülakatta aynen şöyle demiş:
“Avrupa’dan coğrafi değil, kültürel bir kıta olarak bahsettik. Bu anlamda Türkiye tarih boyunca Avrupa ile sürekli kontrast (zıtlık) halindeki bir başka kıtayı temsil etmiştir. Bizans İmparatorluğu ile savaşlar oldu. Ayrıca Konstantinopolis’in düşüşünü, Balkan Savaşlarını, Viyana ve Avusturya için yarattığı tehdidi bir düşününüz… Dolayısıyla ben şöyle düşünüyorum: İki kıtayı özdeşleştirmek bir hata olur. Ekonomi adına kültürel kayıp, zenginlik kaybı söz konusu olur. Kendisini laik bir devlet olarak gören, ama İslam esasına dayalı bir ülke olan Türkiye, komşu Arap ülkeleriyle kültürel bir kıta oluşturmaya çalışabilir ve böylelikle kendi kimliğine sahip, elbette hepimizin kabul etmesi gereken büyük insani değerlerle uyuşan bir kültürün öncüsü olabilir. Bu fikir, Avrupa ile yakın ve dostane işbirliği ve ortaklık şekillerine ters düşmemektedir ve her türlü fundamentalizme karşı birleşik bir gücün doğmasına imkan tanıyabilir.”
Burada selefinin tavrından farklı olan ne var? AB anayasasında Avrupa‘nın “Hristiyan mirası”ndan açıkça söz edilmesini isteyen Papa II. Jean Paul değil miydi? (Hani şu “Ermeni soykırımı“nı tanıdığını açıklayan Papa!!)
- Yukarıda geçen 1. maddede sözünü ettiğim “özel ayin”deki konuşmasında “Kilise’nin kurallarına dayalı açık bir inanç sahibi olmak genellikle köktencilik olarak adlandırılıyor” diyen Ratzinger, Kilise‘nin mutlak hakikatlerin varlığını reddeden görececiliğin diktatörlüğünü reddetmek zorunda olduğunun altını çizmeyi de ihmal etmemiş.
Buradaki “Kilise” kelimesini “din” olarak okuyup, bu konuşmayı Dinlerarası diyaloğun devamına yeşil ışık olarak görecek “diyalog gönüllüleri”ni bu yeni dönemde zorlu bir sürecin bekleyeceğini söylemek de yanıltıcı olacaktır.
2000 yılında yayımlanan “Dominus Jesus” belgesi, sadece İslam hakkında değil, diğer dinler ve hatta “tam Hristiyan” kabul edilmeyen Protestanlar hakkında dışlayıcı bir tavrı öne çıkarıyordu ve bu belgenin arkasındaki isim Ratzinger‘den başkası değildi. Bu doğru; ama Ratzinger‘in, mütevaffa Papa II. Jean Paul‘ün 2. adamı olduğu, hatta yaşı gereği emekli olması gerekirken onun özel talimatıyla sadece Dinsel Öğretiler Kurulu‘nun değil, Vatikan‘ın daha başka hayatî organlarının da başkanlığını yürüttüğü unutulmamalı.
Bu belgeye göre “İsa Mesih’ten, onun çarmıhtaki tarihi ıstırabı, ölümü ve temelde herkesin kurtuluşunu ifade eden yeniden dirilmesinden ayrı olarak kurtuluş imkânı olabileceği”ni söylemek mümkün değildir.
Bu belgenin, Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin bütün hızıyla sürdüğü bir sırada vücut bulduğunu hatırlarsak, diyalog faaliyetlerinin bundan böyle kesintiye uğrayabileceği tezinin değil, aynen devam edeceği tezinin doğru kabul edilmesi gerektiğini söylemenin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, seçimi Yahudiler tarafından “olumlu” olarak karşılanan “XVI. Benedict” döneminin, “Kudüs üç dinin kutsal şehridir; ama Tanrı bu şehri Yahudiler’e vaat etmiştir” diyen ve ölümü Şaron tarafından “Yahudi dünyası için büyük bir kayıp” olarak ifade edilen II. Jean Paul döneminden çok farklı olabileceğini söylemek isabetli görünmüyor.
Milli Gazete – 21 Nisan 2005