“Terakki, Örfi Hukuk, Sekülarite” başlığı altında bu köşede okuduğunuz 5 yazı, Zaman‘dan muhterem Hilmi Yavuz‘un, “İslam Terakkiye Mani midir?” başlığıyla yazdığı yazılara cevaben kaleme alınmıştı. 29 Şubat tarihli, “İslam Terakkiye Mani midir?: Eleştiriler ve Cevaplar (1)” başlıklı yazısında Yavuz, “Hemen belirtmeliyim ki, genellikle bu konularda yazdığım yazılara karşı, muhatap olmak durumunda kaldığım alışılagelmiş seviyesizlik örneklerine rastlamadım bu tepkilerde. Tam tersine, son derece seviyeli bir tartışmaya yol açtıkları için teşekkürü borç bilirim kendilerine” diyerek kendisinden beklenen tepkiyi ortaya koymuş. Ben de kendisine teşekkür ediyor ve eleştirilmeye karşı gösterdiği açık yürekliliği kutluyorum.
Tartışma konusu olan meselelerin ciddiyetiyle mütenasip bir seviyenin karşılıklı muhafazası, sayın Yavuz‘un da ifade ettiği gibi alışılmış bir durum olmadığı için doğrusu vereceği cevapları, örnek bir tartışma ortaya konmuş olması bakımından önemsiyordum.
Ancak 29 Şubat tarihli ilk cevabî yazısının sonunda “Eleştirilere yanıt vermeye önümüzdeki hafta da devam edeceğim” dediği halde, bu hafta konuyla ilgili bir şey yazmamış olmasına bir anlam veremediğimi söylemeliyim…
Aslında sayın Yavuz‘un yaptığı gibi eleştiri yazıları bitmeden cevap yazma aceleciliği göstermeyip, cevabî yazılar tamamlandıktan sonra karşılık vermek niyetindeydim. Ancak –dediğim gibi– ilk yazının arkası gelmeyince bu yazıyı kaleme almak zorunda hissettim…
Cevabi yazısında şöyle diyor Yavuz:
“Ona göre bu hüküm (“Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” diyen Mecelle maddesi, E.S.) muhkem ve müfesser nass’ların rağmına içtihad edileceğini anlatmaktadır. (Sanıyorum burada bir yazım hatası söz konusu. Doğrusu “içtihad edilemeyeceğini…” olacak, E.S.) İlkin, değerli dostuma şunu hatırlatayım: Kur’an-ı Kerim’in müteşabih ayetlerinin te’vile açık olması hiç şüphe yok, te’vile ilişkin içtihad imkanlarını da birlikte getirir. Bunun böyle olduğunu bilmek için ilahiyat doktoru olmak gerekmiyor. Dolayısıyla Mecelle hükmünde içtihada mesağ verilmeyen nassl’lar, elbette ve tabiatıyla, ‘muhkem’ ve ‘müfesser’ nass’lardır. Sifil dostum, anlaşılan benden, ‘malumu ilam’ etmemi mi istiyor?”
“Malumun ilamı”na talip olduğum sanılmasın diye “müteşabih” kavramının neyi anlattığı, buna bağlı olarak bu kategoriye giren ayetler üzerinde içtihad imkânının bulunup bulunmadığı… gibi konulardaki tartışmaların detayına girmekten sarf-ı nazar edeceğim.
Ancak şu kadarını da belirtmeme Yavuz izin versin:
- Kur’an ayetlerinin biri “muhkem/müfesser” ve diğeri “müteşabih” olmak üzere iki ana kategoriye ayrıldığı izlenimini veren ifadelerinin tafsilata ihtiyaç hissettirdiği açık. Kur’an ayetlerinin “müçtehedun fih” olanları üzerinde konuşurken sadece konu açısından tartışmalı bir kategori olan “müteşabihat“ın zikredilmesinde böyle bir ihsas tasavvur olunabilir…
- “Müteşabihat” kategorisinin tevile açık olduğunun mutlak olarak söylenmesi de doğru değildir. Özellikle –istisnaları bulunmakla birlikte– müteahhirun ulemanın, Allah Teala‘nın bazı sıfatlarının zikredildiği ayetleri teşbih/tecsime yol açacak tarzda anlaşılmaması için tevil etme tavrını benimsediğini biliyoruz. Şu var ki, hem bu gibi ayetlerin “müteşabihat” kategorisine sokulması müttefekun aleyh bir husus değildir, hem de itikadî sahaya müteallik olduklarından bunların konumuzla doğrudan ilgisi yoktur.
“Müteşabih” dendiğinde teknik olarak akla gelen, anlamı kapalı olan ve anlaşılması için aklî herhangi bir imkân da bulunmayan ayetlerdir. Bunlardan muradın ne olduğu Kur’an ve Sünnet tarafından da belirtilmediği için, anlamları Allah Teala‘ya havale edilir. Huruf-u mukattaa ile kasem (yemin) ifadeli ayetler böyledir.
Kur’an‘ın tevile açık olan ayetleri ise, teknik tabiriyle “zâhir” ve “nass” kategorisine girenlerdir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 6 Mart 2004