Genellikle “Veren el-alan el” tarzında çevrilen “el-Yedu’l-Ulyâ-el-Yedu’s-Süflâ” tabiri –ki başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok Hadis imamı tarafından nakledilen bir hadiste geçmektedir–, zenginliğin yoksulluğa mutlak üstünlüğünü ispat sadedinde kullanılmakta.
Doğrusu Efendimiz (s.a.v)’in ve Sahabe‘nin ileri gelenlerinin, sırf “veren el” olmak için herhangi özel bir gayret sarf etmediği yolunda bende mevcut bulunan kanaatin, ed-Debûsî‘nin el-Emedu’l-Aksâ‘sını okuduktan sonra kesin yargı haline dönüştüğünü söylemem gerekiyor.
Hadisin muhtelif varyantlarının bir arada değerlendirilmesi sonucu anlıyoruz ki, Efendimiz (s.a.v) –evet bu hadisi infak, tasadduk ve kişinin, kendi alın teriyle geçimini teşvik bağlamında irat buyurmuştur, ama–, burada zenginliği iffet ve kanaatkârlıkla yaşanan fakirliğe mutlak bir biçimde üstün tutmuş değildir. Burada olumsuzlanan, kişinin, kazancını kendi emeğiyle sağlamak yerine, başkalarına el açmayı tercih etmesidir; yerilen budur. Nitekim hadisin sonunda Efendimiz (s.a.v)’in, üstteki eli (veren el) “infak eden el”, alttaki eli (alan el) de “isteyen el” diye açıklamış olması, bu istintacı doğrulamaktadır.
Bu hadisten, zenginliğin (izzet ve kanaatkârlıkla yaşanan) “kendine yeterliliğe” mutlak tefevvuku hükmünü çıkarmanın yanlışlığını ed-Debûsî şöyle delillendirir: Dünyayı terk ederek kendisini ilim ve amele adayan, böylece (kendisini kurtarması yanında) yaydığı ilimle başkalarının hidayet ve istikametine vesile olan kişi mi, yoksa onun “tamamını” terk ettiği şeylerin sadece “bir kısmını” (kendisine veya başkasına) veren kişi mi “üstteki el”in sahibi olarak nitelendirilmelidir?”
Evet gerek hadisin bütününün göz önüne alınması, gerekse Efendimiz (s.a.v) ve Selef‘in tavrı, modern çağın herkes için mutlak hedef haline getirdiği “servete perestiş”i “veren el” metaforuyla meşrulaştıramayacağımızı; aynı şekilde izzet, kanaat, rıza ve iffet ile süslenmiş “dünya terki”nin de “alan el”e indirgenmesinin yanlış olacağını açık biçimde gösteriyor. ed-Debûsî‘nin konuya getirdiği açılım ise dikkatlerimizi bambaşka bir noktaya sevk ediyor.
İşin esprisi burada. “Dünya varlığı gölge gibidir. Sen onun peşine takılırsan yakalayamazsın. Ama onu arkana alırsan, o senin peşinden gelir.” Geçmişimizi muhteşem kılan da –hiç şüpheniz olmasın bu espriydi. Şimdi biz dünyanın peşinden koştuğumuz için, kendimizi heder etmemize rağmen onu yakalayamıyoruz.
Yani bir “merkez kayması”na bağlı “hedef kayması” söz konusu. İslam dünyası olarak izzete kavuşma yolunda bir arpa boyu mesafe alamayışımızın, hatta “mesafe almak” ne kelime, gittikçe batışımızın, atı arabanın arkasına koşmamızdan ileri geldiğini bir fark edebilsek…
Milli Gazete – 21 Haziran 2003