Zâhid el-Kevserî merhumun Makâlât’da (251 vd.) anlattığına göre bir ara Mısır’da “ehlî vakıf” (zürrî vakıf, aile vakfı) tarzı vakıfların ilgası konusu gündeme gelmiştir. Mısır Başmüftüsü Muhammed Bahît el-Mutî’î merhum bu mesele hakkında –bilahare kitaplaştırılarak basılan– iki konferans vermiştir. İlk konferanstan kısa bir süre önce genç Ezher hocalarından birisi el-Kevserî merhumu ziyarete gelmiş ve Başmüftü’ye muhalif tavrını açıklamıştır. Bunun üzerine el-Kevserî merhum ona, meseleyi bütün yönleriyle incelemesini söylemiş ve yaptığı çok yönlü, ufuk açıcı izahat meyanında, Batılı devletlerin reformasyon sürecinde Devlet-i Aliyye’ye vakıfların ilga edilmesini ve vakıf statüsündeki bütün gayrimenkullerin “kamu malı” haline dönüştürülmesini ısrarla teklif etmesine de değinmiş, Osmanlı döneminde, özellikle İstanbul’da vakıf statüsünde olmayan bir karış dahi toprak bulunmadığının altını çizmiştir.
Vakıf kurumu sadece İslam Medeniyeti’ni benzersiz kılan temellerden biri değil, aynı zamanda vatan toprağının da garantisidir.
Engelhardt, Tanzimat Ve Türkiye’de (194 vd.) Osmanlı sınırları içindeki arazi ve emlakın statüsünü belirleyen yasal durumu tahlil ederken şöyle der: “(…) Böyle bir kanunun Osmanlı Devleti’nin asıl menfaatlerini korumak niyetinde bulunan (!!) yabancı devletlerin itirazına sebep olacağı şüphesizdir.
“1867 senesi Şubat’ında Paris Kabinesi (…) Babıali’ye müracaat ederek vakıf usulünün esaslı bir şekilde düzeltilmesini, emlak ve arazinin mülke dönüştürülmesini, Müslümanları kendi emlaklarını serbestçe kullanmaktan men eden durumun kaldırılmasını tavsiye etti. (…) Babıali, Fransa hükümetinin nasihatlerini kısmen yerine getirdi. (…) Buna benzer diğer bir kanun da musakkafât (üzerinde bina yapılmış bulunan arazi) ve müstagillât (doğrusu “müstagallât”: üzerinde bina bulunmayan araziler) vakıflarına tatbik edildi…”
Ancak görünüşe bakılırsa Batılılar’ın zorlamasıyla yapılan gönülsüz düzenlemeler beklenen sonucu vermemiş, konuyla ilgili nizamnameye konan gizli bir fıkra ile vakıf mallarının gayrimüslimlere satılmaması hükme bağlanmıştır. (Dr. Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, 278)
Engelhardt’ın yukarıda aktardığım paragrafta sözünü ettiği “vakıf usulünün esaslı bir şekilde düzeltilmesi” meselesi sadece Fransa’nın arzusu değildir. 1860’ta Osmanlı Devleti’nin kredi için başvurduğu İngiltere’nin öne sürdüğü şartlardan birisi de “Vakıf sisteminin kaldırılması”dır. (E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi, IV, 212)
Elmalılı merhumun tesbiti de aynı istikamettedir: “Osmanlı hükümetine bu babda bir kanun neşrettirildi. Lakin bu kanun matlub olan neticeyi veremiyordu. (…) Çünkü arazi ve emval-i gayrimenkule meyanında (…) tam olarak temellük olunabilecek arazi pek azdı. Bunların bir kısmı arazi-i emiriyye ve mühim bir kısmı da evkaf idi. (…) Avrupa arzu ederdi ki, arazi-i emiriyye ve evkaf tamamen pazara çıkarılabilecek bir mal halinde bulunsun ve bunlar üzerinde ahalinin revabıt-ı ma’neviyyesi şedid (manevi bağları kuvvetli) olmasın…” (Ahkâm-ı Evkâf, 127-8)
Sonuçta “Batılı dostlarımız” emellerine nail olacak, vakıfların ilgası için –”gizli tutulanlar” cümlesinden olduğundan– ne zaman kurulduğu bugün dahi tam olarak tesbit edilemeyen Evkaf Nezareti teşkil olunacak ve “Memalik-i Osmaniye”de isteyen istediği yeri satın alabilecek noktaya gelecektir.
Acı olan şu ki, Tanzimat süreci yöneticilerini bile durumu el altından “idare etmeye” zorlayan hassasiyet günümüzde neredeyse tamamen kaybolmuş durumdadır. Vakıfları ilga edenlere mi, yabancıların sınırsızca mülk edinmesinin önündeki bütün engelleri kaldıranlara mı, üç kuruşluk dünya menfaati için vatan toprağını “öz malı” gibi satanlara mı, kime kızmalı?!
Milli Gazete – 11 Aralık 2006