‘Vahdet’ vurgusunu adını taşıyacak kadar önemseyen bir gazetedeki ilk yazının vahdet temalı olması son derece tabii. İtiraf edeyim, gazetenin adı Vahdet olmasaydı da yazacağım ilk yazının “vahdet” temalı olmasını önemserdim…
Vahdet söz konusu olunca Ümmet’in birliğini-bütünlüğünü vurgulayan nassları bir bir sıralarız da, vahdetin şartları, imkânları ve olmazsa olmazları üzerinde çok fazla imal-i fikr etmeyiz genellikle. Oysa meselenin asıl önemli ve hassas noktası burasıdır. Bu noktayı netleştiremediğimiz için de vahdet söylemleri hep havada kalır…
Öncelikle Kur’an ve Sünnet’in vahdet vurgusunun, ilk muhatapları nezdinde ne ifade ettiğine ve ilk muhatapları tarafından hayata nasıl intikal ettirildiğine bakmak durumundayız. Zira ilgili nasslar eğer tarih içinde hayata geçirildiyse, bu durum hiç şüphesiz bugün bizler için bulunmaz bir rehberlik ve örneklik ifade edecektir. Eğer bu bağlamdaki muradullah tarih içinde tahakkuk etmediyse, hiçbir zaman tahakkuk etmeyecek demektir.
Meseleye söz gelimi Şia nokta-i nazarından bakarsak, konuyla ilgili nassların tarih içinde hiçbir zaman hayata geçme imkânı bulamadığını söylemek durumundayız. Zira vahdet emrinin ilk muhatapları Sahabe’dir; onlar da – Şia’ya göre – Din’in tahrifinin ilk ve baş sorumlularıdır! Şia’nın Sahabe ile ilgili tenkitlerinin Efendimiz (s.a.v) sonrasına münhasır olmadığını hatırlarsak, “vahdetin Efendimiz (s.a.v) döneminde tahakkuk ettiği” söylenerek yukarıdaki tesbitime itiraz edilemeyeceği de anlaşılmış olur.
Esasen Efendimiz (s.a.v) döneminde ve tabii O’nun kontrol ve otoritesinde gerçekleşen vahdet, O’na muhalefet edilmesi söz konusu olamayacağı için bir anlamda “mecburen” gerçekleştirilmiş bir vahdettir. Dolayısıyla asıl önemli olan, Efendimiz (s.a.v) sonrası durumdur.
Sahabe-i kiramın (Allah hepsinden razı olsun) Efendimiz (s.a.v) sonrasındaki ahvali bahis konusu olduğunda aklımıza hemen Şia’nın ve Oryantalistlerin, “birbirlerine düştüler” temalı iddiaları üşüşür. İtiraf edelim ki bu “dezenformasyon” önemli ölçüde tutmuştur.
Oysa alettenezzül şunu söyleyebilmeliyiz: Sahabe arasında cereyan eden ihtilafların hiçbiri “esasa ilişkin” değildir. Ne Hz. Osman (r.a) döneminin ikinci yarısında başlayıp bu muazzez sahabînin şehadetiyle neticelenen olaylar, ne o olayların tetiklemesiyle birbiri peşi sıra sökün eden diğer ihtilaflar (Cemel, Sıffin vb.) Din’in aslına, özüne ilişkindir. Bütün o ihtilaflarda taraf olan sahabîlerin hiç birinde farklı bir itikadî kabul ve muhalifleriyle buna bağlı bir ayrışma mevcut değildir. Yani Din’in sabiteleri konusunda hemen bir sonraki asırda ortaya çıkıp Ümmet’in gündeminden bir daha da düşmeyecek olan ihtilaflar Sahabe asrında kesinlikle görülmez.
Kaldı ki, Sahabe söz konusu olduğunda yaklaşık 2,5 yıl süren Hz. Ebû Bekr (r.a) ve yine yaklaşık 10,5 yıl süren Hz. Ömer (r.a) dönemlerinde daha sonraki yıllarda görülecek olan ayrışmalara dahi tesadüf edilmezken niçin hep “problemli” bir Sahabe dönemi vardır algımızda? Dedim ya, dezenformasyon – kısmen de olsa – tutmuştur maalesef…
Dolayısıyla Ümmet’in tecrübesinde vahdet aranacaksa öncelikle Sahabe asrında aranmalıdır ve bilinmelidir ki, sahici ve kalıcı vahdetin biricik zemini, onları vahdet üzere tutan zemindir. İşte bu noktanın çok iyi analiz edilmesi gerekiyor.
İnşaallah ilerleyen süreçte bu temel meselemize farklı açılardan bakmaya devam edelim.
“Vahdet için vahdet” diye yola çıkan Vahdet hayırlı olsun, hayra ve vahdete vesile olsun. [1]Ebubekir Sifil, Vahdet İçin, http://www.gazetevahdet.com/vahdet-icin-71yy.htm 15.12.2014 10:40’da erişilmiştir.
Vahdet Gazetesi – 15 Aralık 2014
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Ebubekir Sifil, Vahdet İçin, http://www.gazetevahdet.com/vahdet-icin-71yy.htm 15.12.2014 10:40’da erişilmiştir. |
---|