Burada varoluşsal bir “bütün”den söz ettiğimiz için Kur’an Sünnet’e ve Hz. Peygamber (s.a.v) sonrası ilmî ve/dolayısıyla metodolojik faaliyetlere aşkın, bu ikisi de Kur’an’ı içkindir demek durumundayız. Yahya b. Ebî Kesîr’in “Sünnet Kitab’a hakim konumdadır” ve İmam el-Evzâ’î’nin, “Kur’an’ın Sünnet’e ihtiyacı, Sünnet’in Kur’an’a ihtiyacından daha fazladır” (ed-Dârimî, Mukaddime, 49; İbn Abdilberr, Câmi’u Beyâni’l-İlm, 563-4) tarzındaki sözlerini ve İmam eş-Şâfi’î’nin tebliğ sahibi tarafından nakledilen sözünü (“Ümmet’in söylediklerinin tamamı Sünnet’in, Sünnet’in tamamı da Kur’an’ın şerhidir. Kur’an’ın tamamı ise Yüce Allah’ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının şerhidir.”) bu gerçeği kavramadan anlamlandırmak mümkün değildir. Bu cümleden olmak üzere İmam Mâlik’in de şöyle dediği nakledilir: “Allah Teala Kitabı’nı indirmiş ve onda Nebisinin Sünneti’ne bir yer bırakmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) de pek çok şeyi sünnet kılmış ve O da re’y ve Kıyas’a bir yer bırakmıştır.” (ez-Zeyla’î, Nasbu’r-Râye, IV,. 64)
el-Karâfî şöyle der: “Allah Teala’nın hükmü, zatı ile kaim “kelamı”dır. Kitap ve Sünnet’teki lafızlar ise Allah Teala’nın hükmünün “kendisi” değil, “delilleri”dir. Hakimin hükmü de böyledir. Şu kadar ki, Allah Teala o hükmü hakime havale etmiştir.” (el-Karâfî, el-İhkâm, 41)
el-Karâfî’nin, “üzerinde bütün imamların icma ettiğini” belirterek ifade ettiği, “İçtihadî meselelerde hakimin verdiği hüküm Allah Teala’nın hükmüdür” (el-Karâfî, aynı yer) formülasyonu eğer bu temelden yoksun olarak okunursa, herhangi birisi bunun açık bir “şirk” olduğunu söyleyebilir. Hatta bu ifadeden seküler bir hukuk sistemi bile rahatlıkla istintaç edilebilir. Olaya Tahsin beyin yaklaşımını destekleyen bu veriler temelinde baktığımız zaman, klasik anlama usullerinin, Antropoloji’nin konusu olmaktan kurtulup Ontoloji’nin ilgi alanına girdiğini söyleyebiliriz ki, kanaatimce doğrusu da budur.
Bu mülahazalarla Tahsin beyin tebliğini, “üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken” bir yaklaşımın ifadesi olarak görüyorum. Dolayısıyla “müzakereci” sıfatıyla burada yapmayı tercih edeceğim şey, tebliğde ortaya konan yaklaşımın bütüncül bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmak maksadıyla göze çarpan bazı boşluklara işaret etmek olacaktır.
1
Burada bir “ara merhale”yi teşkil ediyor olması dolayısıyla Sahabe’nin fonksiyonuna daha vurgulu bir yer açılmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Diğer bir ifadeyle “klasik” yöntemlerin, hiyerarşide Kur’an ve Sünnet’ten sonraki üçüncü metodolojik temelini teşkil eden Sahabe realitesi –ki tebliğ sahibinin vurguladığı İcma ve tevatür unsurlarının teşekkülünde Sahabe’nin rolü malumdur–, sadece Fıkıh ve Tefsir Usullerinin değil, diğer İslamî disiplinlerin de vazgeçilmez dayanakları arasındadır.
Çünkü Sahabe, Kur’an’ın beşer boyutundaki somut dili ve tecellisi olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e olan –sadece fizik değil, aynı zamanda tabir doğruysa “ontik”– yakınlıkları dolayısıyla –Mevdudi’nin tabirini ödünç alarak söylersek– “mizac-şinas-ı Resul” bir nesildir. İbn Mes’ud hazretlerinin, Sahabe’ye ittibayı temellendirirken kullandığı, “Allah Teala’nın Resulü için seçtiği Sahabe’nin izinden ayrılmayın” tarzındaki ifade de bu gerçeği vurgulamaktadır.
Milli Gazete – 24 Ekim 2002