Milli takımın Euro 2008’de çeyrek finale kadar yükselmesi, uzun süre konuşulacak gibi görünüyor. Çeyrek finale yükselirken elde ettiklerini elde ediş tarzından kaynaklanan bir sonuç bu.
Doğrusu ne futbolla ne de diğer spor dallarıyla çok fazla ilgili olduğum söylenebilir. Hatta Milli takımın karşılaşma yaptığını ve gol attığını, çalışma odamda çalışırken duyduğum silah seslerinden anlıyordum. Euro 2008’le ilgili sıcak gelişmeler haber bültenlerinin ve basının öncelik verdiği haberler arasında yer alınca “ilgilenenler” arasında yer alıyorsunuz ister istemez…
Bu süreçte Milli takımın, rakipleri karşısında kararlı bir tutum içinde olmasının ve sonuç almasının, Avrupa’da, bilinçaltını ele veren birtakım tepki ve değerlendirmelere yol açtığında hiç şüphe yok. Yine hiç şüphe yok, eğer Milli takım final oynasa ve kazansaydı “Türkler geliyor” sendromu bariz bir şekilde sokağa yansıyacak, hatta siyasî reflekslerde kendisini belirgin bir unsur olarak hissettirecekti.
Biz “Türk’ün gücü” olarak ifade edilen bu olgunun neleri ihtiva ettiği, kaynağının ne olduğu ve neye müteveccih bulunması gerektiği konusunda elle tutulur şeyler söyleyemesek de, Avrupalı’nın bunu çok iyi bildiğinde, hissettiğinde ve anlamlandırdığında şüphe yok.
Gerçekten de –İsmet Özel’in kavramsallaştırması etrafında oluşan tartışmalara paçamızı kaptırmadan– “Türk’ün gücü” ifadesinin çağrışım alanında nelerin bulunduğu ve bu gücün nereden geldiği konusunda neler söylenmesi gerektiğini ciddi anlamda düşünmek durumundayız.
Bizim için “Türk’ün gücü” sözü, belli belirsiz bir özgüven çağrışımı yapan ama Türkiye’nin hal-i hazır konumumda içini nelerin doldurduğu net olarak söylenemeyecek bir ifade kalıbından başka bir şey değil. Yani bizim insanımıza “Türk niçin farklı bir güce sahiptir” diye bir soru sorduğunuzda net bir cevap almanız neredeyse imkânsızdır.
Bunun niçin böyle olduğunu anlamak zor değil. Avrupa kapısında içeri alınmak için bekleyen, oyalanan, hatta zaman zaman aşağılanan, önemlice bir kesimi Avrupa’da “tutunanlar” olarak yaşayan bir ülkenin vatandaşlarının, “gerçekten kendimize mahsus ve etkin bir gücümüz olsaydı böyle olmazdı” tesbitini merkeze alarak tepki vermesi yadırganmalı.
Mesele sadece “Türk”ün “savaşan” ve “kazanan” bir güç olarak algılanmasıyla sınırlı değildir. Zira Avrupa tarihinin iç savaşlarla dolu olduğu, hatta iki dünya savaşının da bundan çok farklı mahiyette olmadığı açık.
Bir etnisite olarak değil, ama Avrupalı’nın bilinçaltını rahatsız eden bir kavram olarak “Türk”, Avrupa’nın ortasına kadar ilerlemiş “etkileyici, dönüştürücü ve rahatsız edici” bir fenomenin adıdır. “Savaşan” ve “kazanan” bir güç olarak “Türk”ün asıl ağırlığı burada temerküz ediyor. “Türk”ün bu özelliğini İslam’dan aldığı, İslam’la ilişkisini kesmiş olanların Avrupa için kale alınmaya değer olmadığı ortada.
Euro 2008’de Milli takımın sergilediği performans, “savaşan ve kazanan” özelliğimizi kaybetmediğimizin göstergesi olarak “direnen ve kazanan” olduğumuzu hissettirmesi dolayısıyla önemli. Almanya’da sokağa taşan sevinç gösterilerinde bize yönelik olarak şu psikolojiyi hissetmemek mümkün değil: Belki “direnenler ve kazananlar” olarak bir noktaya kadar geldiler. Ama bizim gücümüz karşısında “yenilmeye ve çekilmeye” mahkûm oldular.
Modernitenin geçmişi ve bugünü anlamlandırma tarzıyla birebir örtüşüyor değil mi?
Milli Gazete – 28 Haziran 2008