Tevakkuf

Ebubekir Sifil2003, Gazete Yazıları, Mayıs 2003

“Her şeyi bilen” tiplerin sayısının –gördükleri rağbetle orantılı biçimde– gün geçtikçe arttığı bir zaman diliminde “tevakkuf”tan söz etmenin ne kadar “aykırı” kaçtığının farkındayım. Ne de olsa “bilgi çağı”nda yaşıyoruz değil mi?!

Bunu bile bile, yaşadığımız çağın “bilgi çağı” olması dolayısıyla bilgisizliğin her türünün “kötü” kabul edilmesi gerektiğini telkin eden yaklaşım konusunda tevakkuf etmenizi önereceğim. Eğer “Müslümanca düşünmek” diye bir şeyden söz etmek doğruysa, bunun ilk şartının, yerinde ve zamanında “tevakkuf”u işletmek olduğunu biliyorum çünkü…

Hakkında “yeterli” bilgiye sahip olmadığımız hususlarda susmayı tercih etmek, hüküm vermeyi ertelemek ya da meseleyi bilenlere havale etmek sadece bir “hak” değil, aynı zamanda “görev” olarak telakki edilmelidir diye düşünüyorum. Hele üzerinde konuşulan şey, bir yönüyle de olsa Din’i ilgilendiriyorsa, bu davranışla sadece edebe uygun hareket etmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda vebalden de kurtulmuş oluruz. Zira inancımız bize, söylediğimiz her sözün bir hesabı olduğunu söylüyor.

Makul ve makbul bir açıklaması yapılamadığında, “zaten haber-i vahid’dir” gerekçesiyle birçok sahih rivayetin üstünün çizilmesi “Müslümanca” bir tavır olarak onaylanabilir mi? Bu tavrı benimseyenlerin, İmam Ebû Hanîfe’nin ve genelde Hanefî ekolünün tavrına atıf yapmaları karşısında, Hanefîler’in muttarid olarak böyle bir tavır benimseyip benimsemediği konusunda da tevakkuf etmelidir. Yoksa mesela “içki içen kimsenin kırk gün veya kırk gece kıldığı namazın kabul edilmeyeceği”ni bildiren rivayet karşısında İmam Ebû Hanîfe’nin tevakkufunu ve “Hilâfiyât” türü kitaplarda (muarız rivayetleri reddetmek yerine) örneklerini bolca gördüğümüz “tevil” tavrını açıklamak mümkün olmaz.

Efendimiz (s.a.v)’in, cevabını bilmediği sorular karşısında vahiy bekleyerek tevakkuf etmesi bize, “bilmediğini itiraf etme”nin, kötülenmesi gereken değil, benimsenmesi gereken bir tavır olduğunu anlatmaktadır. Şu şartla ki, kişi, kendisi için gerekli ise, cahili olduğu konuyu öğrenmenin peşini bırakmamalı ve içinde bulunduğu halin bilgisini elde etmenin yolunu aramalıdır.

“Hocanın talebesine bırakacağı en değerli miras, “bilmiyorum” demeyi öğretmesidir” diyen ulema, bunu, “lâ edrî” demenin sadece ilim öğrenmenin ilk basamağı olduğunu vurgulamak için değil, aynı zamanda sorumluluk duygusunun da gereği olduğu için yapmıştır.

Milli Gazete – 8 Mayıs 2003