İmam Ebû Hanîfe‘nin, kurduğu sistemin “Şer’î deliller hiyerarşisi”ni açıklarken kullandığı bir ifade, Fukaha tarafından gereksiz-dayanaksız bir yığın formalite ile ağırlaştırılmış (!) Fıkh‘ın kolaylaştırılması çağrısında bulunanlar tarafından hayli beğenilir ve tekrar edilir: Kur’an, Sünnet ve Sahabe fetvalarını saydıktan sonra sıra Tabiun‘a gelince, “Hum racul, nahnu racul” demişti büyük İmam. Yani Tabiun fetvaları bizim için bağlayıcı değildir, zira onların bu işteki seviye, ehliyet ve liyakati neyse, bizimki de odur.
(Yeri gelmişken ilgilisi için faydalı bir nota yer vereyim: İmam‘ın Tabiun‘dan addolunmasına “Ehl-i Hadis” diye bilinen kesimin genellikle itiraz ettiği malumdur. Oysa İbn Hibbân, “Kitâbu’s-Sikât“da (IV, 302), İmam‘ın çağdaşı el-A’meş (Süleyman b. Mihrân)’i, Enes b. Mâlik (r.a)’i görmüş ve kendisinden birkaç hadis işitmiş olduğu için Tabiun‘dan saymıştır. İmam Ebû Hanîfe‘nin durumunun da bundan farklı olmadığı malumdur.)
Bunu, bir önceki yazıda bugün ele alacağımı vaat ettiğim hususa geçiş yapmak için zikrettim: Madem ki Fıkıh Din‘in beşer faaliyet ve inisiyatifine açık yüzünün adıdır; o halde bugünün insanı da “tefakkuh etmek” durumundadır. Geçmiş ulemanın bu sahada yaptığı ne ise, bugünün ulemasının yaptığı da odur. Hem bugünün dünyasında Fıkh‘ın iştigal sahasını teşkil eden ilişkiler, durumlar, problemler… bir hayli karmaşık bir hal aldığı için geçmişin hazır çözümleriyle yetinilemez (esasen o çözümler bugüne hitap etmez), hem de bizler bugün teknolojinin kat ettiği gelişmeler sayesinde geçmiş ulemadan –kaynaklara ulaşmak bakımından– daha avantajlı durumdayız; bir “tık”la yüzlerce kitabı, binlerce rivayeti anında “elimizin altında” bulabiliyoruz…
Bu iddiayı dillendirenlerle ilgili olarak önce şu tesbiti yapmak durumundayız: Bu yaklaşım, Usul/Metodoloji anlamında belli/bütüncül bir “sistem”den hareketle mi ortaya konuyor, yoksa o adı var kendisi yok “Kur’an’a uygunluk/aykırılık” söylemi mi serviste?
Bunlardan ilki söz konusu ise öncelikle dayanıldığı söylenen sistemin mahiyeti konuşulmalı, işlerliği tartışılmalıdır; bir Usul‘den beklenen fonksiyonu icra edebilir mi, bütüncül mü, gerçekçi mi, mevcutlardan farklı mı?… (Esasen bugüne kadar pek çok deneme yapılmış ise de, bu sahada “adamakıllı” bir şeyler ortaya konabilmiş değildir.)
Eğer böyle bir sistem mevcut değilse –ki genellikle gözlenen budur–, o zaman yapılan işin “tefakkuh” değil “tekabbuh” olduğunu görmek durumundayız.
Fark nedir?
İlki “delili anlama çabası” iken, ikincisi “delile de medlule de burun kıvırma” tavrını ifade eder. Bunun “spekülatif” bir tesbit olmadığını söylemek için fazla uğraşmaya hacet yok. Şunu görmek yeterli: “Tefakkuh” eden kişinin kaynak/delil anlayışı bellidir. O, kendisini delile teslim ettiği ve gerçeğe ancak onun rehberliğinde ulaşılacağını bildiği için, delilin gitmesine izin verdiği noktaya kadar gider, ötesine itibar ve iltifat etmez. İcma‘a muhalefet etmeme hassasiyeti de bu tavrın bir yansımasıdır. “Tekabbuh” eden kişi ise bu sahada ne Müçtehid İmam tanır, ne Sahabe, ne İcma; hatta ne de Sünnet ve Kur’an. Onun derdi “asrın idraki“ni “nass” kabul edip, gayrıyı ona uydurmaktan ibarettir.
İttihad ve Terakki‘nin “içtihad kapısı“nı açma konusundaki kararlılığı ve Mansurizade Said Bey –dönemin Fazlur Rahman‘ı–, Ziya Gökalp, “İctimaî Usul-i Fıkıh” garabetleri, Seyyid Bey ve benzeri isimlerin ve onların bugüne uzanan izdüşümlerinin çırpınmaları, evet hep “içeriden” gibi durmaktadır; ama kesinlikle “tefakkuh” olarak değil, “tekabbuh” olarak nitelendirilmelidir.
Yarın devam edelim.
Milli Gazete – 12 Haziran 2005