İki temel İslamî kavram “takvâ” ve “tağvâ”. İlki genellikle meallerde “Allah korkusu” veya “sorumluluk bilinci” olarak veriliyor. Oysa takvanın bunları aşan boyutları var. Her şeyden önce “Allah korkusu” tabirini karşılayan bir değil, iki kavram var: Huşu ve haşyet. Bunlardan ilki korkuyla karışık saygıyı, bir dinginlik ve sekinet halinde idrak anlamını içerirken, ikincisi istiğrak halinde, her an canlı ve diri bir şuur halinde hissedilen korkuyu anlatıyor.
Takva ise, iman ve istikamete zarar vermesin diye, nefsi zabt-u rabt altına almak için mübahlardan bile gönüllü olarak vazgeçmeyi, uzak durmayı ihtiva eden “imanda ve amelde kemal” diye ifade edebileceğimiz bir hassasiyetin, incelmiş bir ruh halinin, ahlak ve seciyede billurlaşan bir tavrın teşahhusu. Biz bunu, insanın pozitif yönde, insaniyette zirveyi yakalaması olarak ifade edebiliriz.
Tağva ise azgınlıkta, isyan ve taşkınlıkta varılan son noktayı anlatıyor. “Tuğyan” ile aynı kökten. Bunu da insanın negatif yönde, şeytaniyette zirveyi bulması olarak işaretleyebiliriz.
Kur’an’da takva sahipleri (müttakiler) için farklı vurguların yer almış olması, onların “sıradan mü’minler”den farklı, tabir yerindeyse daha özel ve sekçin bir zümreyi teşkil ediyor oluşundandır. Böyle olduğu için olsa gerek, Kur’an kendisinin “mü’minler için” hidayet kaynağı olduğunu vurguladıktan başka, “müttakiler için” de hidayet kaynağı olduğunu belirtmektedir. Bu iki hidayetin en azından “derece” itibariyle birbirinden farklı olması eşyanın tabiatındandır. Kur’an’dan sıradan bir mü’minin aldığıyla takva sahibinin aldığı arasında elbette fark bulunacaktır.
“Tağva”ya gelince, insanın tağutlaşması, haddi aşması ve zulüm ve isyanda geri dönülmez noktaya gelmesi anlamını içeriyor. “Tağut” kavramı, İslam’ın siyasi sahaya taalluk eden ahkâmının öne çıkartılması bağlamında –Mevdudi-Seyyid Kutub çizgisi tarafından güçlü biçimde vurgulanmasının da etkisiyle– 70’lerden 80’lerin ortalarına kadar yoğun bir kullanım alanına sahip oldu. Ancak bu kullanımın –dediğim gibi– baskın biçimde “gayrimeşru tarzda yasa koyucu”luk işlevine yönelik olduğu, daha doğrusu ona inhisar ettirildiği dikkat çekicidir.
Oysa “tağut” kavramının anlam bünyesinde bunun yanında, insanın bireysel olarak haddi aşan bir tavır içinde olması da vardır. Küfür ve isyanda haddi aşarak taşkınlık ve zulmü alışkanlık haline getiren her insan da tağuttur; isterse başkaları üzerine yasa koyuculuk gibi bir amacı ve işlevi olmasın…
Modern zamanlarda tağva, modernleşmiş her bireyde şu veya bu tarzda/tonda tecessüm eden bir hal olarak dikkat çekiyor. Kiminde başkalarına zulmetmek şeklinde tezahür ederken, kiminde –dilimize de yerleştiği şekliyle, “küçük dağları ben yarattım” der gibi– kendisinde ilahlık hususiyetleri vehmetmek şeklinde ortaya çıkıyor. Bilhassa ekonomik ve siyasi güce sahip oldukça bu vehmin insanda yerleşik bir ruh durumuna dönüştüğüne dikkat edilmelidir.
“Tağva”nın son derece yaygın olduğu ve her şekilde teşvik gördüğü bir zaman ve zeminde “takva”ya daha bir hassasiyet göstermek, evet bir anlamda akıntıya kürek çekmektir; ama mü’minin esas vasfı da bu değil midir zaten? Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Amr b. Meymûn’a “Cemaat”i açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün cemaatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.”[1]Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27..
Milli Gazete – 21 Mart 2011
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27. |
---|