Sevad-ı A’zam’a, büyük çoğunluğa (“Cemaat”) uymayı, ondan ayrılmamayı ve münferit görüşlere itibar etmemeyi emreden hadisler sebebiyle şazz görüşlerin arkasına düşmemek ve Cemaat’ten ayrılmamak, Ehl-i Sünnet Müslümanlar’ın alamet-i farikası olmuştur. Çok itibar edilen birisinden dahi sadır olsa, şazz görüşe iltifat etmemek, “Cemaat’e tabi olma”nın dinî bir davranış kodu olarak Selef’ten halefe tevarüs etmiş bir tavır olmasındandır.
İmam et-Tahâvî, el-Akîdetu’t-Tahâviyye’sinde Hanefî Mezhebi’nin üç imamından şöyle nakletmiştir: “Sünnet ve Cemaat’e tabi olur, şazz görüşlerden, ihtilaf ve tefrikadan kaçınırız…” Buradaki “şazz görüş, ihtilaf ve tefrika”nın, –mezkûr eserin şarihlerinin de açıkladığı üzere–, Sevad-ı A’zam’ı teşkil eden Ehl-i Sünnet’ten ayrılarak infiradı (münferit kalmayı) benimsemeyi ifade ettiği açıktır.
Şazz görüşlerden uzak durma tavrının, itikadî sahayla sınırlı kalmayıp, Hadis, Fıkıh gibi ilim dallarının iştigal sahalarına da uzandığını görmek bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Mezhep ulemasının, şazz fetvalardan uzak durmayı tavsiye eden beyanları “Âdâbu’l-Müftî” tarzı eserlerde sıkça rastlanan hususlardandır. Fetvanın şazı olur da Hadis’in olmaz mı? Ulemanın, zayıf hadis türlerinden olan şazz hadislerle amelden titizlikle sakındırmasının altında yatan da aynı hassasiyettir. Bilhassa belirtmek gerekir ki, Fıkhî sahada şazz görüş, “delili zayıf” görüştür. İtikadî sahada ise şazz kelimesi ağırlıklı olarak “itikadî bid’at”e karşılık gelir.
Burada bir noktanın altını kalınca çizelim: Yukarıda geçen “Cemaat” ve Sevad-ı A’zam” tabirleri, çok sayıda insan tarafından benimsenmiş olmanın, herhangi bir görüşün “meşruiyet” gerekçesi olarak takdim edildiğini anlatmaz. Bir diğer ifadeyle, bir görüşün doğruluğu ve kabule şayan olup olmadığı, ne kadar sayıda insan tarafından benimsendiğine bağlı değildir. Dolayısıyla “Cemaat”, “Sevad-ı A’zam” gibi tabirlerin belli bir arka plana dayandığına ve o arka plan göz önünde bulundurularak anlaşılması gerektiğine özellikle dikkat edilmelidir. En kısa anlatımıyla bu tabirler, “hakkın temsilcisi olma”yı ifade etmektedir.
İslam tarihinde “mihne” diye adlandırılan “Halku’l-Kur’an” fitnesinin ortalığı kasıp kavurduğu dönemde İmam Ahmed b. Hanbel’in tavrında kristalleşen “hak taraftarlığı”, sayıca az bir kesim tarafından üstlenilmişti. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel ve onunla aynı tavrı benimseyenler, “Ehlu’s-Sünne ve’l-Cemaa” tabirindeki “Cemaat”i oluşturuyordu. Dönemin Abbasi hükümdarı el-Me’mûn, Mu’tezile inancını benimsemişti ve avaneleri, zulümlerini haklı göstermek için ona şu telkinde bulunuyordu: Ey Mü’minlerin Emiri! Sen, kadıların, valilerin, fakih ve müftülerin toptan batıldasınız da Ahmed b. Hanbel mi tek başına hakkı söylüyor?”
Abdullah b. Mes’ûd (r.a), öğrencisi Amr b. Meymûn’a “Cemaat”i açıklarken şöyle der: “İnsanların çoğunluğu bugün cemaatten ayrılmıştır. Cemaat, tek başına da kalsan, benimsemekten geri kalmadığın “hakka uygun tavır”dır.” Bir diğer rivayette, “Cemaat, Allah Teala’ya taate uygun olan tavırdır” şeklinde nakledilmiştir.[1]Ebû Şâme, el-Bâ’is, 27.
Mihne sürecinin o karanlık ortamında İmam Ahmed’e “Ey Ebu Abdullah! Nasıl oldu da batıl hakka galip geldi?” diye sorulduğunda şöyle demişti: “Batılın hakka galebesi, ancak kalplerin haktan batıla intikali halinde olur. Bizim kalplerimiz ise hakla beraber olmakta berdevamdır.”[2]ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, XI, 238.
Doğru tesbit için doğru zemine ihtiyaç bulunduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı?
Devam edecek.
Milli Gazete – 17 Mart 2007