Nusayri Esed yönetimini Hüsnü Mübarek’ten güçlü kılan nedir? Esed’in topunun-tüfeğinin Mübarek’inkinden fazla oluşu mu, arkasındaki Batı desteği mi, Ortadoğu yönetimlerinin yeşil ışığı mı, halkından gördüğü tasvip mi?..
İnsanın aklı almıyor. Bir halkın başına musallat olmuş bir avuç cani… İnancı farklı, hayata bakışı farklı… Halkıyla hemen hiçbir ortak yönü yok. Geçmişte halkına kan kusturmuş ve bugün de kusturmaya –hem de en hunharca şekilde– devam ediyor.
Bosna savaşı sırasında masum Boşnakların kanını akıtan Sırp canilerinden ne farkı var bunların? İkisinin yaptığı da katliam değil mi? İkisinin yaptığı da yaşlı demeden, kadın, çocuk demeden önlerine geleni kurşuna dizmek, kadın ve kızları hayvanca kirletmek değil mi? Sırp kasapları uluslar arası mahkemelerde yargılanıp müebbet yerken bunları hala Suriye halkının tepesinde boza pişirme mevkiinde tutan gücün adı nedir Allah aşkına?
Diyelim ki toplarına-tüfeklerine, ya da İran gibi “dost”lara dayanarak bir süre daha yönetimde kalmayı başardılar; acaba Suriye halkının hafızasından o fotoğrafları silebilecekler mi? Buna güçleri yetecek mi? Nusayri Esed ve yandaşları o halkın içine çıkabilecek, insanların gözlerinin içine bakabilecek yüzü bulsa da insanlar hiçbir şey olmamış gibi davranacak mı? Baba Esed’in ektiği ve oğul Esed’in yeşerttiği nefreti toplumun ruhundan kazıyabileceklerini düşünüyorlar mı gerçekten?..
Libya’nın Kaddafi’si de, Suriye’nin Esed’i de, “halk için halka rağmen” iktidara çöreklenmiş olan diğerleri de eninde sonunda inşaallah gidecek. Hisseleri de bu dünyada nefret ve kinle anılmaktan, ahirette de “cezâen vifâkâ”dan (78/en-Nebe’, 26) başkası olmayacak. Bunda şüphe yok.
Bu problemin daha derinlere uzanan bir boyutu var ki, şu aşamada bizim için en az görünür boyut kadar önemli: Ümmet’in bu iktidarlarla ilişkisi ile Ümmet’in “saltanat” tecrübesi arasında “örtüşme” mi, yoksa “farklılık” mı bulunduğu meselesi.
Birçok insanın örtülü veya açık bizimde dikkat çektiği bu noktada şunları söyleyebiliriz: Geçmişte yaşanan tecrübe ile günümüzde yaşananlar arasında temelli farklılıklar bulunduğu bir vakıa. En önemlisi, geçmişte yaşanana tecrübe hakkında genellemeciliğe düşme yanlışı. Geçmişte işbaşına gelmiş, Allah nazarında da Ümmet gözünde de yüksek mevkilere sahip adil ve müttaki sultanlar bulunduğunu söylemek dürüstlük gereğidir.
Öte yandan Haccâc gibi, el-Muhtâr es-Sekafî gibi zalim idarecileri bu Ümmet hiçbir zaman hayırla anmamış, Yezid gibi idarecileri ise lanet okunur mu, okunmaz mı tartışmasının konusu yapmıştır. Hemen yukarıda değindiğim adil-müttaki yöneticiler yelpazenin bir ucunu oluştururken, bu ikinciler de öbür ucunu oluşturur.
Arada bulunanlara gelince, İslam’ın şiarlarını muhafazaya, cihad gibi temel/külli mükellefiyetlere, namaza, ahkâm-ı ilahiyeyi infaza ve İslam şiarlarını muhafazaya devam ettikleri sürece –sahih hadislerle tavsiye buyurulduğu veçhile– bireysel fısk ve günahları sebebiyle onlara karşı isyan meşru görülmemiş, tavsiye edilmemiştir. Bir de onlar arasında bütün olarak halkı karşısına alan ve doğrudan doğruya kendi halkıyla savaşan idareci olmamıştır. Yukarıda ikinci grupta zikrettiklerim elbette bu tesbitin dışındadır; onların durumuna zaten değinmiştim.
Günümüz despotlarının, bu zikrettiğim mükellefiyetleri yerine getirdiğini söylemenin imkânı yoktur. Hatta bunların hemen hiç birisinin “İslam itikadı üzere bulunmak” gibi bir hassasiyet taşıdığını söylemek mümkün değildir.
Dolayısıyla bu noktada zihin karmaşası yaşamanın anlamı yoktur.
Milli Gazete – 25 Haziran 2011