Bilindiği gibi herhangi bir konuda hüküm verilirken “önce Kur’an‘a, ardından Sünnet‘e… başvurmak” şeklinde özetlenen hareket tarzı, Sahabe kuşağından itibaren her tabakada riayet edilmiş istinbat yöntemini ifade eder. Meşhur Mu’âz b. Cebel (r.a) hadisi, bu hareket tarzının Hz. Peygamber (s.a.v)’in tensibine mahzar olduğunu gösteren örneklerden sadece birisidir. (“Mu’âz (r.a) hadisi“ne, senedinde inkıta (kopukluk) bulunduğu gerekçesi ile itiraz edilmiş ise de, el-Kevserî merhumun da belirttiği gibi (“Makâlât“, 74 vd.) hadis sahihtir.)
Yani herhangi bir mesele hakkında hüküm vermek için önce Kur’an‘a müracaat edilecektir. Aranan cevap Kur’an‘da mevcut değilse, ancak ondan sonra Sünnet‘e intikal söz konusu olacaktır.
Buraya kadar söylenenler “malumun ilamı” gibi görünse de, bu tarz-ı harekete biraz yakından bakınca, üzerinde ciddi olarak durulması gereken bir problemi de bünyesinde barındırdığı görülecektir.
Problem şudur: Sünnet‘in Kur’an‘daki mücmel ifadeleri tafsil, mutlak ifadeleri takyid, âmm ifadeleri tahsis ettiği, hatta bir kısım ulemaya göre Sünnet‘in Kur’an‘ı (bilinen şartlar dahilinde) nesh ettiği, bizzat sözünü ettiğim yöntemi benimseyip uygulayanlar tarafından da kabul edildiği ve üzerinde önemle durulduğu halde, herhangi bir meselenin hükmünü tayin için önce Kur’an‘a gidildiğinde, aranan şey orada mevcut ise Sünnet‘e intikale gerek kalmayacak demektir. İyi ama ya Kur’an‘da bulduğumuz cevap, Sünnet tarafından takyid edilmiş mutlak veya tahsis edilmiş umumî bir hükümden ibaret ise, ya da Sünnet tarafından nesh edilmişse? O zaman az yukarıda ifade etmeye çalıştığım, Kur’an–Sünnet ilişkisi konusunda söylenenlerin pratik bir anlamı yok demektir.
Şu halde ya Kur’an–Sünnet ilişkisi bağlamında söylenenlerin, ya da ahkâm istinbatında önce Kur’an‘a gitmek gerektiğini söylemenin yanlış/geçersiz olması gerekir?!
Şu ana kadar herhangi bir eserde cevabına rastlayamadığım bu “problem”in cevabının şöyle verilebileceğini düşünüyorum: Ulemanın, herhangi bir meselenin cevabını/hükmünü ararken önce Kur’an‘a, orada bulunamazsa Sünnet‘e başvurulacağını ifade eden söz ve tavırlarından şunu anlamamız gerekiyor:
Kur’an ve Sünnet‘e müracaat edilerek açıklığa kavuşturulması gereken şey, konunun ilgilisi olan kişi veya kişilerin özel durumu ve bütün detaylarıyla olayın kendisidir. Bir başka ifadeyle, önce Kur’an‘da, orada bulunamazsa Sünnet‘te aranacak olan cevap, sadece ana hatlarına bakılmış olaya değil, bütün nitelikleri ve tafsilatıyla netleştirilmiş olaya ilişkindir.
Somut bir örnek üzerinden gidersek; diyelim ki, bir hırsızlık olayı hükme bağlanacaktır. Burada Kur’an‘a, “hırsıza verilecek ceza nedir” sorusunu sorarsak, alacağımız cevap bellidir: 5/el-Mâide, 38. ayetin hükmü uygulanacaktır.
Ancak çalınan malın kıymeti, nereden ve kim tarafından çalındığı… gibi hususlar da dikkate alınarak Kur’an‘a, söz gelimi “A şahsı, değeri çeyrek dinarı bulmayan bir malı B şahsından çalmıştır; bunun hükmü nedir?” sorusunu sorduğumuzda, bunun cevabını Kur’an‘dan elde etmemiz mümkün olmayacak, dolayısıyla Sünnet’e intikal etmemiz gerekecektir.
Sünnet‘in, Kur’an‘ın mutlakını takyidi ile ilgili bu örneği, Kur’an–Sünnet ilişkisi bağlamında zikredilen diğer hususlara (mücmelini tafsil, umumunu tahsis…) da teşmil edebiliriz.
Öyleyse yukarıda “problem” nitelemesiyle gündeme getirilen hususun, aslında “herhangi bir konuda hüküm verilirken önce Kur’an‘a, orada bulunmazsa Sünnet‘e bakılır” şeklinde ifade edilen tavrın ne anlama geldiğini tam kavrayamamaktan, meseleye üstünkörü bir bakışla nazar etmekten ileri geldiğini söylemek durumundayız.
Milli Gazete – 11 Mayıs 2004