Cuma günü –bermutad– öğle vaktine yakın telefonu açtığımda Ankara’dan Emre Andaç kardeşim aradı. Biz İstanbul’da ikamete başladıktan sonra Emre kardeşimle yaptığımız bütün telefon görüşmelerinin konusu aynıydı. Bu görüşmenin konusunun da aynı olacağı hissiyle açtım telefonu. Selam verdikten sonra ilk cümlesi “Sabah 7’den beri arıyorum” oldu. İçime ılık bir şeylerin aktığını hissettim. Nefesimi tuttum. “İsmail Çetin hocam vefat etti” diye ekledi hemen. “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râci’ûn.”
80’li yılların başlarında Ankara’da üniversite öğrencisiyken tanımıştım Hoca’yı. Hacıbayram’da bir kitapçıda karşılaşmıştık. 4-5 sene önce ikinci kere karşılaşana kadar hep o siyah ve gür sakalıyla hatırladım Hoca’yı. Sonrasında sıklaşması gereken ittisal, bendeki gayret eksikliği sebebiyle bir türlü mümkün olmadı.
İkinci kere görüştüğümüzde Ankara’da tedavi için geldiği hastanedeydi. Yine Emre kardeşim vasıta olmuş, orada olduğunu haber vermişti. Yanına da birlikte gitmiştik. Hoş-beş faslından sonra bana “Aradığın ben değilim” demişti. Yaklaşık yarım saat süren görüşmeden sonra hastane ortamında daha fazla rahatsız etmemek için izin isteyip ayrılmıştım.
Son görüşmemiz telefonla oldu. Mavi Marmara seferine Daru’l-Hikme’den Muhammed Muhlis hoca iştirak etmiş, hareketten önce de Hoca’ya uğramıştı birkaç kişiyle birlikte. Hoca’nın yanından aradılar, birkaç cümleyle hatırlaştık. Sonra bir dahagörüşmek nasip olmadı.
Bizi hep bekledi Hoca. Son telefon konuşmamızda da beklediğini söylemişti bir kere daha. Ben de yanına gitme vadimizi yenilemiştim. Ama dünya gaileleri bir türlü bırakmadı yakamızı ve Hoca’ya olan borcumuzu ifa edemedik. Hep öyle olmaz mı zaten!..
Her yönüyle gerçek bir ilim ve gönül adamıydı İsmail Çetin hocam. Yaşantısıyla, eserleriyle, hastalığına rağmen bitmek bilmeyen enerjisiyle, talebeleriyle ve müstakim duruşuyla. Arapça eserlerinin kapağına, adını sarahaten yazmak yerine, Hz. İsmail (a.s) ile adaş olduğunu anlatan “Semiyyu’z-Zebîh” ifadesini kullanmayı tercih ediyordu…
Ona borcumuz var. Bu ülkenin insanının, hassasiyetini kaybetmemişlerin, gelecek adına “sahici” umut besleyenlerin ona borcu var. O hayattayken görmezden geldik; bari vefatından sonra adını, misyonunu ve çizgisini yaşatalım. Onun bize, bizim cılız gayretlerimize ihtiyacı yok. İzzetli bir hayat yaşadı ve görevini hakkıyla yerine getirdi. Yakasını bir türlü bırakmayan hastalığı biraz hafiflediğinde hemen eserlerine, yarım kalan teliflerine ve talebelerine dönerdi. Benim beklentim, Mişkâtu’l-Mesâbîh’e yazdığı şerhi bitirebilmesiydi. İlk üç cildini yazmış, sonra –bildiğim kadarıyla– bir daha bu çalışmaya dönme fırsatı bulamamıştı. Eserleri hakkında, ileride inşaallah kaleme alacağım müstakil bir yazıda daha detaylı bir şekilde durma imkânı olacak.
Evet, İsmail Çetin hoca Hakk’a yürüdü. Bu yazıyı, cenaze namazına yetişebilmek ümidiyle Isparta yolunda yazıyorum. İnşaallah yetişmek müyesser olur. Kabri nur, mekânı cennet olsun.
Milli Gazete – 18 Haziran 2011