Ocak ayında bir okuyucu sorusuna cevaben yazdığım “sedd-i zerayi” ve “istihsan” merkezli yazılar hatırlanacaktır. O yazılarda meseleyi ana hatları ile ele almış, mezheplerin bakış açısı üzerinde durmamıştım. Konunun tetmimi için bu yazıda da mezheplerin meseleye bakışı üzerinde duracağım.
Farz, vacip ve sünnet olan ameller (bir anlamda “dinin şeairi/makasıdı“), avam tarafından zaman içinde bid’at bazı uygulamalara karıştırılmış olsa bile, “şerre/harama götüren şey şerdir/haramdır” kaidesi burada işlemez; dolayısıyla bu türlü ameller bu gerekçeyle terk edilmez. Çünkü bunların terk edilmesi, dinin şeairinin terki anlamına gelir ki, bunun, önüne geçilmek istenen şerden daha büyük olduğu bedihidir. Böyle bir durumda yapılması gereken, sonradan ihdas edilen (bid’at) uygulamaların terk ve izalesine çalışmaktır. Buna güç yetirilemezse, amel terk edilmez; sabredilir.
Bunlar dışında kalan, mübah ve hatta müstehap kategorisine giren gelince, Hanefî ve Malikîler‘e göre burada “sedd-i zerayi” kaidesi işletilir ve içine haram karıştırılmış böyle ameller re’sen terk edilir. İmam Ebû Hanîfe‘nin, hedy kurbanına işaret konmasının mekruh olduğunu söylemesinin gerekçesi budur. Her ne kadar bu uygulama Hz. Peygamber (s.a.v)’in fiili olarak sabit ise de, çoğu zaman avamın bu noktada itidal çizgisini aşarak işi hayvana eziyete kadar götürdüğünü gördüğü için, dinin makasıdından olmayan bu uygulamayı mutlak olarak men etmiştir. Cemaat halinde nafile namaz kılmanın men edilmesi de böyledir. Bunun gerekçesi ise avamın bu namazı farz veya vacip telakki etmesinin önüne geçmektir.
Kurban kesimi konusunda son yıllarda ülkemizde yapılan tartışmalarda sık sık dile getirilen bir hususun açıklaması da burada yatmaktadır: Kurban bayramlarında müşahede edilen olumsuz manzaraları bahane ederek halkın bu ibadeti yerine getirme konusunda gösterdiği ilgiyi azaltmaya matuf gayretler, Sahabe‘den bazılarının kurban kesmediğini gösteren nakillerle destekleniyor. Oysa burada kurban kesmediği nakledilen sahabilerin bunu bütün hiçbir zaman kurban kesmemek şeklinde muttarit bir uygulama haline getirdiğini söylemenin mümkün olmaması bir yana, burada, kurbanı sünnet olarak gören bu sahabîlerin, avamın kurbanın farz veya vacip olduğunu sanmasının önüne geçme amacında olduğu tesbit edilmelidir. Bu ise yukarıda izaha çalıştığım “sedd-i zerayi” prensibinin işletilmesinden başka bir şey değildir. (Hanefîler‘e göre kurban vacip olduğu için “sedd-i zerayi” prensibine istinaden terk edilmesi söz konusu değildir.)
Malikîler‘e gelince, eş-Şâtıbî, cemaatle nafile namaz kılmak için toplanılmasının, sünnet veya farz ibadet edasına büründürülmesi örneğini vererek, farz veya sünnet olmayan bir ibadetin bu şekilde algılanmasına yol açmanın şer”i ahkâmın tağyiri anlamına geleceğini söyler ve bunun “büyük bir fesat” olduğunu belirtir. Keza İmam Mâlik‘in şehit mezarlarının ziyaretinin, (fıkhî anlamda) sünnet olduğu kanaatinin oluşmasına mani olmak için mekruh olarak görmesi de böyledir.
Şafiîler‘in konuyla ilgili tavrı ise biraz daha toleranslıdır. Onlara göre bir kimse, mübah veya mendup bir amele başkaları tarafından bid’atler karıştırılmış olsa bile, kendisi için böyle bir tehlike söz konusu değilse, o ameli işlemekten geri durmamalıdır. Hatta mesela ölüler için belirli vakitlerde yemek verme uygulaması örneğinde, avamın yer yer içine münkerat karıştırmış olması dolayısıyla bu uygulamanın her zaman ve her yerde sakındırılması gereken bir uygulama olmasını gerektirmediğini söylemişlerdir. Tâcuddîn es-Sübkî bu noktada tavrını şöyle koyar: “Münker münkerdir, mübah da mübahtır.”
Bu meselede Hanbelîler‘in de Hanefî ve Malikîler gibi düşündükleri anlaşılmaktadır.
Milli Gazete – 19 Şubat 2004