Hayatı Allah Teala’nın rızası istikametinde yaşamayı varoluş amacı olarak gören Müslümanlar, içinde yaşadıkları şartlar elverdiğince bu amacı gerçekleştirmeye çalışırlar ve güçlerinin yetmediği hususlarda –Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de açıkça ifadesini bulduğu üzere– sorumlu tutulmayacaklarına inanırlar.
Bu cümle, hayatın Müslümanlar tarafından “sorumluluk” temelinde anlamlandırıldığını ifade etmesi yanında bir şeyi daha ifadeye koyuyor: “Bir şey, tamamı elde edilemiyor diye tamamen terk edilmez” kaidesi gereğince İslamî yaşantının ve sorumlulukların, ideal şartlar oluşuncaya kadar ertelenmesi mümkün ve doğru değildir. Şimdi ve burada ne kadarını yaşayabiliyorsak o kadarını yaşamakla mükellefiz.
Hemen burada bir noktayı tebellür ettirmemiz gerekiyor: İçinden geçmekte olduğumuz süreçte halkta gözle görülür bir “İslamlaşma”, ya da daha doğru bir ifadeyle “İslamî hassasiyetlerde bir yükselme” tesbit ediliyor. Başörtülü hanımların sayısının ve hacc müracaatlarının her geçen gün artması, oruç ve kurban ibaretlerinin sokağa damgasını vurması, bayram coşkusunun daha bir görünür olması… vs. bu söylediğimin göstergeleri olarak kabul edilebilir.
Ancak bu durum, İslam’ın, olması gerektiği biçimde algılanması ve yaşanması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Gördüğümüz, biraz kültürel, biraz entelektüel ağırlıklı bir İslam algısının nicelik/kemiyet planına yansımasıdır ağırlıklı olarak. Buradan ne ölçüde takva, zühd, Allah korkusu, emr-i ma’ruf/nehy-i münker sorumluluğu, tarih ve gelecek şuuru çıkar, işte o hayli tartışma götürür…
Önümüzde bir seçim var. Bu söylediklerimden hasıl olan netice doğrultusunda seçim meselesine baktığımızda görünen şudur: Madem tarih boyunca olduğu gibi bugün de hayatımızı Fıkıh yönlendiriyor/yönlendirmelidir, öyleyse burada da Kavaid-i Külliye’ye gidelim ve meselemizi oraya arz edelim: “Def’i mefasid celb-i menafi’den evladır” diyor kavaid. Yani “bir yol ayrımında, bir tercih noktasında bulunduğumuz zaman “fayda getireni” mi, yoksa “zararı savanı” mı öncelikli olarak tercih edeceğiz?” sorusuna Kavaid’in verdiği cevap, “Zararı def etmeyi öne al” şeklindedir.
Buradaki inceliği anlamak zor değil. Aslolan mevcudu aslî hali üzere muhafaza etmek ve zararlı unsurların bünyeye girmesine mani olmaktır. Yani zarara ve zararlıya kapı tamamen kapalı olmalıdır. “Fayda da gelsin, zarar da” derseniz, gelen zarar ve zararlı, faydayı ve faydalıyı da etkiler, etkisizleştirir, tahrip eder; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz!
Bir noktaya daha değinelim: Milletimizin aslî değerleriyle buluşması bir süreçtir ve bu zorlu süreçte dirayet, hassasiyet ve gayret noktasında herkes elinden geleni yapmakla mükelleftir. Mevcut durumu ve arızaları onaylamamak adına bu “öze dönüş” sürecine duyarsız kalmak, hatta bu sürece katılım gösterenleri “şirk”le itham etmek bir müslümandan sadır olmaması gereken temel bir arızadır. Mevcut yapının arızalarını, hatta bu yapı içinde İslamî hassasiyet taşıyan unsurlardaki kimi eksiklik ve zaafları köpürterek böyle cepheden tavır almak onaylanabilecek bir davranış değildir. Bireysel yaşantılarında “düzen”in birtakım gereklerine riayet etmekte bir sakınca görmeyenlerin, milletin kurtuluşu söz konusu olduğunda “gayret-i diniye kabarması” pozuna girmesi sadece bir “samimiyet problemi” değildir. “Düzen”in birtakım gereklerine riayet ederken “mecburiyet” gerekçesinden hareket edenler, aynı gerekçenin toplumsal planda niçin geçerli olmadığını vicdanlarında sorgulamalıdırlar…
Milli Gazete – 14 Mayıs 2011