Bir derginin Ocak sayısında müstear isimle çıkan bir yazıma derginin bir okuyucusundan zehir zemberek bir tepki aldım. Söz konusu derginin Mart sayısında mektup sahibini hedeflemeden ikinci bir yazı daha kaleme aldım. Büyük bir ihtimalle o yazıma da benzer bir tepki gelecek.
Bu tepkiyi vesile edinerek –zaten çoktandır üzerinde durmaya niyetlendiğim– son derece önemli bir hususa burada neşter vurmak zaruret haline geldi.
Bahsettiğim yazıda, “bid’at” konusunu ele almış ve Ehl-i Kitap ile ilgili bir paragrafı, İbn Teymiyye’nin “el-Cevâbu’s-Sahîh limen Beddele Dîne’l-Mesîh”i ile İbnu’l-Kayyım’ın “Hidâyetu’l-Hayârâ fî Ecvibeti’l-Yehûd ve’n-Nasârâ”sını tavsiye etmiştim.
Tepki sahibi kardeşimiz, benim, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun eserleriyle ilk tanıştığım dönemde (18-20 sene önce) bir süre kapıldığım keskin tavra saplanmış görünüyor. el-Kevserî merhumun İbn Teymiyye karşıtı bu cerbeze-âlûd tavrı, “Berâetu’l-Eş’ariyyîn” isimli kitabın yazarı (bu kitabın Arapça matbu nüshasında ve Türkçe tercümesinde yazarının ismi Ebû Hâmid Merzûk olarak geçmektedir. Bu isim müsteardır. Yazarın gerçek ismi Muhammed el-Arabî et-Tübbânî’dir; v. 1970) gibi muhterem isimlerce de paylaşılmış ve sürdürülmüştür.
Gerek bu alimlerin, gerekse –bilhassa akidevî konularda– onlarla aynı tavırda olanların hassasiyetini anlar ve saygıyla karşılarım. Ancak itiraf etmeliyim ki, el-Kevserî merhumun öğrencisi ve “sıkı” takipçisi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde’nin tavrı bana daha uygun ve tercihe şayan geliyor.
Şundan: İlmî seviye bakımından İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’dan müstağni kalabilenler için onların eserlerini rafa kaldırmak anlaşılabilir bir husustur. Aynı şey, Muhyiddin b. Arabî ve benzeri isimlerin eserleri için de söz konusu olabilir. Ancak şahsen ben, bir araya gelmesi şimdiye kadar mümkün olmamış –ve kolay kolay da mümkün olacağa benzemeyen– bu iki “yaka”nın her ikisine de muhtacım ve kendimi onlardan mahrum etmeyi asla doğru bulmuyorum.
İslam’ı “bir cenah”tan öğrenen ve o noktada ayak direyip kalan kardeşlerimiz için hep söylediğim bir şey var: Meşhur “körün fil tarifi” benzetmesinde olduğu gibi İslam’ı kendi şablonunuzdan ibaret sayma hatasına düşmeyin! Kendinizi büyük alimlerin anlaşmazlıklarından sıyırın. Hele yaşadığımız bunca yangının ortasında aramıza uçurumlar sokmaktan başka bir işe yaramayan bu “tarihteki ihtilafları bugüne taşıma” hastalığından kesinlikle bir an önce kurtulmaya bakın.
Ve ayak diretenler için soruyorum: Bu ihtilafları bugüne kadar yaşatmakla kazandığınız ve Ümmet’e kazandırdığınız ne var?
Bana sorarsanız bugüne kadar bu tavırdan bize kalan sadece bölünme (dolayısıyla güç ve enerji azalması), kin ve birbirimizden uzaklaşma olmuştur. Hasbelakader bir ortamda buluşan farklı tandanslara mensup iki kişinin kadim tartışmaları gündeme getirip “münazara” (!) ettikten sonra kardeşlik hukukunu muhafaza ederek ayrıldığını gören olmuş mudur?
Ve yine bana sorarsanız, aramızdaki “münazara”ları “münasaha ve müşavere münazarası” haline dönüştürmeyi becerene kadar bu işten uzak durmamız gerekir. Hz. Ömer (r.a)’in şu ölümsüz tespitini zikrederek bugünkü yazıyı nihayetlendirelim ve konunun can alıcı yönlerini bir sonraki yazıdan itibaren ele almaya başlayalım. Şöyle diyor bu Ümmet’in “muhaddes”i: “Şu üç şey saptırıcıdır: Dalalet önderleri, Kur’an’la mücadele eden münafık ve alimin sürçmesi.” Yani bu üçünden herhangi birisine uyarsanız dalalete düşersiniz.
Şubat 2002 – Milli Gazete