İslam’ın diğer din ve inanç sistemleriyle fazlaca ayrışmadığını, ortak yönlerin hayli fazla olduğunu ispatlamak, modernist Müslümanların en fazla hassasiyet gösterdiği konulardan birisi olmuştur hep. Müslümanlarla gayrimüslimlerin yüzyıllar boyunca bir arada yaşamış bulunmasını, İslam’ın engin hoşgörü anlayışına sahip olduğu tezine dayanak yapan modernistler, İslam’ın sadece hoşgörülü yanına vurgu yapmakla yetinmez, bunun yanında onun “çoğulcu”, “kapsayıcı” ve “ötekileştirmeyen” bir din olduğunu söylemekten ayrı bir haz alır.
Yukarıdaki son cümlede tırnak içinde verdiğim üç kelime (çoğulculuk, kapsayıcılık, ötekileştirme) aslında üç “kavram”dır ve bilincimize modern zamanlarda musallat olmuştur. Biz farkında olalım ya da olmayalım, modern dönemde bilincimiz, yüklendiği olumlu çağrışımlar sebebiyle zıddını otomatik olarak mahkûm eden bu ve benzeri kavramlar vasıtasıyla bulandırılıyor.
İslam’ın ötekileştirmeyen, kapsayıcı ve çoğulcu bir din olmadığı anlamına gelen cümleler kurduğunuz zaman, “İslam tekilci (başkasına tahammülü olmayan), diğer din ve inanç sistemlerini dışlayan bir dindir” demiş oluyorsunuz ve buna önce Müslümanlar itiraz ediyor! “Tahammülsüzlük”, “dışlayıcılık” ve “benmerkezcilik” ne kadar olumsuz çağrışımlar yapan kelimeler değil mi?!
Kavramların bu şekilde uluorta kullanılması, kaçınılmaz olarak o kavramların ait olduğu inanç, düşünce sistemi ve kültürle zihnen yakınlaşmayı doğuracak ve sonunda bu süreç, Din algısından pratik hayata kadar her alanda “ötekine benzeme”yle neticelenecektir.
Söz gelimi Müslümanlar’ın diğerleriyle “içiçe” yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle “içiçe” yaşamamak Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Her şeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa “şiar” özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir “karışma”ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, “kendileri olarak” var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle…
İslam, bir yandan gayrimüslimlerden kendilerini Müslümanlara benzetmemelerini isterken, diğer yandan da Müslümanları onlara benzemekten, dolayısıyla onlarla “kaynaşma” anlamına gelebilecek her türlü hareket ve uygulamadan şiddetle men etmiş, bunun büyük bir “münker” olduğunu ilan etmiştir. Bu sebeple İslam’ın, gayrimüslimleri “asimile etmek” gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Aslolan ayrışmadır ve aynı coğrafyada yaşıyor olsalar da herkesin kendi dünyasında kendi değerleriyle yaşaması esastır.
Bu söylenenlerin en sadık şahidi yüzyıllarca Müslümanların hakimiyeti altında kalmış coğrafyalarda yaşayan gayrimüslimlerin kimliklerini bugüne kadar muhafaza edebilmiş olmasıdır. Ortadoğu denen coğrafyada hangi dinden olursa olsun bütün gayrimüslimlerin dinlerini, adet, gelenek ve kültürlerini bugüne kadar yaşatabilmiş olmasına mukabil, mesela Endülüs’te 8 asır devam eden Müslüman varlığı, Endülüs’ün düşüşünden sonra bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Bu nokta, aynı zamanda İslam’la diğerleri arasındaki en temel farklardan birisini ortaya koymaktadır.
Rıhle bu sayısında gayrimüslimlere benzeme konusunu dosya yaptı. “Ötekine benzeme” olgusunun “iradî” olanından öyle olmayanına, giyim-kuşamdan yaşama tarzına, fikir ve düşünceden inanç, töre ve geleneklere kadar bütün bir hayatı ihata eden bir hususiyeti var. Dünyanın “küresel” bir köy haline geldiği ve herkesin herkese (daha doğrusu herkesin Batılılara) benzediği bu zaman diliminde nassların bizi şiddetle ve hassasiyetle sakındırdığı “kendisini başkasına benzetme” olgusunun neresindeyiz?
Bizim için son derece önemli bir mesele bu ve hiç şüphesiz “kılık kıyafette benzeme”yi çok aşan boyutları var. En iyisi bu hassas ve çok boyutlu meseleyi kaynağından okumanız…
Milli Gazete – 12 Mart 2011