Sahabe‘yi tebcilin naklî zemini ile ilgili esas meseleye geçmeden önce çok önemli bir hususun mukaddime kabilinden serd edilmesi gerekiyor. Kur’an‘ı “Yaratan ile yaratılanın iletişimi”, “yerde olanların sorusuna gökte olanın cevabı”… gibi sahte cazibesinden başka hiçbir değeri olmayan, hatta son derece tehlikeli nitelemelerin konusu yapmak bu babda işlenen ölümcül hataların başında geliyor.
Allah Teala‘nın ilminin, kelamının, iradesinin… –diğer sıfatları da böyledir–, havâdis tarafından belirlendiği, dolayısıyla “muhdes” (sonradan var olan) olduğu inancının ifadesi olan bu mantık, konumuz bağlamında şöyle işliyor: Sahabe‘yi metheden ayetler, onların o anki durumlarıyla sınırlı bir hüküm ifade eder. Bu durum, ilgili ayetlerin nüzulünden veya Hz. Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra ayetlerde ifade edilen özelliklerini değiştirmelerine ve yanlışa sapmalarına engel değildir. Şu halde belli bir dönemdeki veya olaydaki tutumları sebebiyle ayette kendilerinden övgüyle bahsedilmiş olan kimseler, daha sonraki dönemlerde pekala “aykırı” bir tutum içine girmiş ve “yanlış” bir hayat yaşamış olabilirler. Söz gelimi “Rıdvan bey’atı“nda bulunanlar hakkındaki “Gerçekten o ağacın altında sana bey’at ederlerken Allah o mü’minlerden razı olmuştur” (48/el-Feth, 18) ayeti, münhasıran bey’at esnasındaki bir durumu anlatması dolayısıyla, daha sonraki zamanlara teşmil edilemez. O an için Allah Teala‘nın rızasına nail olan o topluluk arasından, daha sonra rıza-i ilahîye aykırı iş yapanların çıkmasına engel olan nedir ki?!
Hemen belirtelim, olaya böyle bakanlarla, “Kur’an’da Sahabe” meselesinden önce “ilahî isim ve sıfatlar” meselesi konuşulmalıdır. Yani “nasıl bir Allah’a iman ediyoruz?” Tabii bunun doğal bir uzantısı olarak “vahyin mahiyeti” meselesi…
Esasen –sık sık dile getirmeye çalıştığım gibi– modern zamanlara mahsus olsun olmasın, bugün karşı karşıya bulunduğumuz pek çok problemin görünen yüzü, ilk bakışta başka ilim dallarının sahasıyla ilgili gibi gelse de, daha temelde “Kelamî” bir sıkıntı yatmaktadır. Ve o sıkıntıya neşter vurulmadan, yani sıkıntı Kelamî zeminde çözülmeden, problemin sadece görünen yüzüyle ilgilenmek asla çözüm getirmeyecektir…
İşte “Kur’an’da Sahabe” meselesi de böyledir ve bu meseleyle ilgili sıkıntıya aslında “sakat” bir vahiy anlayışı kaynaklık etmektedir.
Soru şudur: Allah Teala‘nın ilmi hakkında, –tıpkı bizimki gibi “beda” söz konusu mudur? Allah Teala‘nın ilmi de tıpkı bizim bazı şeyler hakkındaki bilgimizin –dolayısıyla irademizin, tercihimizin ve tavrımızın–, zamana, mekâna ve olaylara bağlı olarak değişmesi gibi değişir mi? Ya da Allah Teala‘nın ilminde, bizim, zahir-i hale bakarak verdiğimiz kimi hükümleri, işin künhüne vakıf olduktan sonra değiştirmemiz gibi bir değişme söz konusu mudur? Dolayısıyla O’nun ilminin bir yansıması olarak vahyin de zaman, mekân ve olaylar tarafından belirlendiğini söyleyebilir miyiz?
Yani Allah Teala onlar hakkında söz gelimi “İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir” (8/el-Enfâl, 74) veya “Allah onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır” (9/et-Tevbe, 100) buyururken, bilahare onların bu şekilde anılmayı hiç de hak etmeyecek bir hayat yaşayacaklarını bilmiyor muydu? Bu sorunun cevabı ister “evet”, isterse “hayır” olarak verilsin, sorudaki kurgu yanlış olduğu için sonuç her hal-u kârda Allah Teala’ya “eksiklik” izafesi olarak tezahür edecektir…
Milli Gazete – 4 Haziran 2005