Modern proje, Din’e cepheden tavır alan/dini dışlayan karakteriyle öne çıkarken, eşyayı ve varlığı vahiy ekseninde izah ve hayatı o doğrultuda inşa etmeyi seçen geniş kitlelerin itibarına mazhar olma şansını hiçbir zaman yakalayamadı. Halk, moderniteyi, daha ziyade –vülgarize anlatımla– alet-edevat kullanımı bağlamında benimsedi. (Hatta bunu epey abarttığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Teknolojik gelişmelere anında uyum sağlama kabiliyetimizin hayli yüksek olması bu anlamda önemli bir göstergedir mesela.) Modern projenin din ve dindarlık konusundaki bu dışlayıcı tavrı sebebiyle halkla idare edenler hep bir “zıtlaşma” görüntüsü içinde oldu. Yönetimler halkı “metazori dönüştürmeyi” temel amaç edinirken halk her fırsatta buna tepki gösterdi. Zaman zaman içine kapanarak, zaman zaman uygun gördüğü vasıtalar üzerinden izhar ederek değerlerinden vaz geçmek niyetinde olmadığını ortaya koydu…
Modernitenin hayatı konforize eden yanını benimseyen “muhafazakâr” kesimler, bunun sadece işin “görünen yanı” olduğunu genellikle fark etmez/etmedi. Oysa dinî değerlerle çatışmadan ve din anlayışını dönüştürmeden de modernitenin içselleştirilebileceğini, daha doğrudan anlatımla “moderniteyle ilişkinin, modernitenin nimetlerinden istifade seviyesinde tutulabileceğini” düşünenler, “düşünme” iradesini kaybetmemişlerse eğer, bu noktada fena halde yanıldıklarını en çarpıcı biçimde şu süreçte anlıyor olmalı…
Postmodernitenin moderniteden ayrıldığı en temel noktalardan biri, dine ve dindarlığa cepheden tavır almayı yanlış bulmasıdır. Bu yeni süreçte din, hayatın dışına itilen bir unsur değil, modern değerlerin birey ve toplum tarafından gönüllü olarak benimsenmesini sağlayan bir unsur (hatta en temel unsur) olarak devrede tutulmaktadır.
İşin en netameli yanını bu nokta oluşturuyor. Zira modernitenin tepeden inmeci anlayış ve uygulamalarına refleksif olarak direnen dindar halk, dine –”karşı olmak” şöyle dursun– “sahip çıkan” görünümündeki postmodern duruşu o kadar kolay tahlil edemiyor. Modernitenin halkın tepkisini çeken uygulamaları yerine, postmodernitenin halkın hassasiyetlerini önemseyen ve fakat bunu “modern değerlerle uyum içinde” olmaya özen göstererek yapan karakteri halkın, neyin ne olduğunu anlamasını zorlaştırıyor. Bir yandan halkın örselenmiş, rencide olmuş ruh dünyasını onaran söylemleri dillendirmek, diğer yandan Batı dünyasına ait olan “laiklik, her din ve inanca eşit mesafede olma, çoğulculuk, eşitlik…” gibi kavramların savunuculuğunu yapmak, belli bir donanıma sahip olmadan kolayca tahlil edilebilecek ve anlamlandırılabilecek şeyler değil.
Bu noktada aklı bulanan, kafası karışan halk, –uygulayıcıların samimiyeti, olumlu icraatların hayata geçirilmesi, halktan yana görüntü verilmesi… gibi yan unsurların da etkisiyle– süreç içinde giderek postmodernitenin din anlayışını benimsemeye doru evrilmeye başlıyor. Sonunda özne olarak “değiştirmek ve dönüştürmek için” gönderilmiş olan din, postmodern duruma uyum sağlamak için nesne olarak “değişen ve dönüşen” konumuna geliyor.
Bu, zihinlerin, algıların tepe takla olduğu bir süreçtir. Müslüman halkın benimsediği değerlerle taban tabana zıtlık arz eden düzenleme ve uygulamaların postmodern süreçte “muhafazakârlık” söylemleri eşliğinde hayata geçiriliyor olması bu sürecin kendine özgü karakterini oluşturuyor.
Bu süreçte artık “irtica” söylemleri anlamını kaybetmiştir. Zira bizzat “muhafazakârlar” “irtica” kavramının kapsam alanına giren anlayış, inanç ve uygulamaların karşısında konumlanmış durumdadır. Yani artık vahyin hayatı inşa etmesinin önündeki en büyük engel bizzat postmodern durumu benimsemiş dindarlardır!..
Milli Gazete – 17 Eylül 2011