Meseleyi, “eğer bu ülkede “dini siyasete alet etmek” ithamıyla yüzlerce insanın canı yakılmışsa ve bu bir suçsa Yaşar Nuri Öztürk’ün de bu bu suçu –hem de onlarca kez– işlediğini söylememiz lazım” gibi bir tesbit üzerinden işlemek ve mezkûr şahsın son dönemde yapmaya çalıştığı şeyi bu çerçevede değerlendirmek doğrusu haksızlık olur.
Zira Yaşar Nuri Öztürk bunu siyasete girdikten sonra yapıyor değil; daha öncesinden beri yaptığı bir şey bu. Dolayısıyla 20 yıldır devam eden bir vakıayı bugünün konjonktürüne bağlamak, evet haksızlık yapmak anlamına gelecektir.
Son kitabı ve koltuk değneğiyle birlikte kanal kanal dolaşmasında siyasette yaşadığı fiyaskonun ve yaklaşmakta olan seçimlerin etkisini görmemek mümkün değilse de, bu, yıllardan beri seyrettiğimiz “Yaşar Nuri tiyatrosu”nun sadece son perdesi. Allah İle Aldatmak adlı kitabına Prof. Dr. Salim Öğüt’ten tokat gibi bir cevap almış olsa da, o bunu yapmaya devam etmek zorunda. Zira hareket zemini burası ve onun başka bir seçeneği yok.
Peki hadisenin adını nasıl koymak gerekir?
Meşrutiyet’ten bu yana bu ülkede dinle, diyanetle, alimle ve İslamî ilimlerle ilgili belli bir süreç yaşanıyor. Bu, “imajinatif” yönü hayli baskın bir süreç. Halkın bilinçaltına İslam’la ilişkili/ilişkilendirilen hemen her kurum, hüküm, kişi ve olayla ilgili olarak olumsuzluk yülü belli kodlar yerleştirilmiş durumda.
Yaşar Nuri Öztürk’ün bütün marifeti, bu imajı köpürtmekten, bu kodları harekete geçirmekten ibaret. Hemen bütün yazdıklarında ve söylediklerinde vurgu yaptığı noktalara bakıldığında anlatmak istediğim daha kolay anlaşılacaktır: Akılcılık, anti-Arapçılık, Şeriat karşıtlığı, Atatürkçülük, laiklik, kadın hakları…
Bütün bunlar yaşadığımız sağlıksız ortamda pek çok insanın, dinle doğru irtibatının nasıl kurulması gerektiği noktasında ciddi sıkıntılar yaşadığı netameli konular. Klasik Yeşilçam filmlerinin dinle, diyanetle, gelenek ve örflerimizle, hasılı toplumsal kimliğimizle ilgili olarak belli bir duruşu vardır bilirsiniz; işte o aynıyla Yaşar Nuri Öztürk’ün duruşudur. Çünkü durulan yer aynıdır, tesbit ve teşhis aynıdır: İslam’ın belli bir ideoloji istikametinde yorumlanması meselesi yani. Yeşilçam bunu daha kaba yöntemlerle yapıyordu; Öztürk ise yetersiz Arapçasıyla inebildiği kaynaklardan, işine yarayacağını düşündüğü malzemeyi çıkarıp Atatürkçülük/laiklik sosuna bandırarak, üzerine biraz da dil oyunu ekerek servise sunuyor.
Mesele bundan ibaret ise, dikkatli okuyucu, yazıya giriş paragrafında kullandığım “haksızlık” kelimesine takılacaktır haklı olarak. Evet, Öztürk’ün yaptığı işi “dini siyasete alet etmek” olarak ifade etmek haksızlıktır. Zira o bundan çok daha fazlasını yapıyor.
Kaynakları bir “ilim adamı”na yakışır nesnellikte konuşturmuyor mesela. Yani ilmi istismar ediyor. Güncelliği dolayısıyla İmam Ebû Hanîfe bağlamında söylediklerine bir gönderme yaparak konuyu anlaşılabilir hale getireyim: İmam Ebû Hanîfe’nin, birtakım meselelerde özellikle kendisinden asırlar sonra yaşamış bazı isimler tarafından ağır biçimde tenkit edildiği doğrudur. Zaman zaman bu meseleyi bu köşede ben de dile getirip ihkak-ı hak yapmaya çalışıyorum. Ama bunun “–aralarında Hz. Osman (r.a)’ın da bulunduğu– Emevîler’in İslam’ı kendi kabulleri doğrultusunda dönüştürme çabaları” gibi bir bağlam içinde sunulması doğru ve tutarlı değil. Zira –bir gazete yazısı çerçevesinde bütün önemli detaylarıyla ele alınması mümkün olmayan– bu konuyu böyle takdim ederseniz, İmam Ebû Hanîfe üzerinden manipülasyon yapayım derken, başta Sahabe kuşağı olmak üzere pek çok İslam büyüğünün kanına ekmek doğrarsınız!
Bu nasıl bir şeydir ki, onu tek başına İmam Ebû Hanîfe keşf etmiş, dahası onun arkasından, iki öğrencisinin küçücük manipülasyonlarıyla veçhe ve mahiyet değiştirmiş ve dahi bin yıldan fazla bir zaman hep bu minval üzere devam etmiştir?! Böyle din, böyle tarih, böyle “hakikat” olabilir mi?
Öztürk’ün yaptığı işin “dinin siyasete alet edilmesi”ne indirgenemeyeceğini söylememin sebebi bu. O, bütün bir din, tarih ve hakikat ile oynuyor ve bir ümmeti dolaylı biçimde de olsa en olmadık şeylerle itham ediyor!
İşin en az bunun kadar vahim bir boyutu da, kendisine ilmî üslup ve edep içinde yapılan ikaz ve tenkitlere kapalı tavrını ısrarla devam ettirmesi. Yaptığı işin kanun nezdinde bir sakıncası olmayabilir ve o bunun rahatlığıyla hareket ediyor olabilir. Ama o da millet de bilmelidir ki, hakikat karşısındaki bu kayıtsızlığın ve bu keyfîliğin ve bu tahrifkâr tavrın ilmî edep, ahlak ve haysiyet ölçüleriyle bağdaşır yanı yoktur!
Milli Gazete – 26 Eylül 2009