Modern zamanlar, Yahudisiyle Hristiyanıyla bütün bir Ehl-i Kitab’ın, kadim zamanlardan beri genetik olarak taşıyageldikleri İslam düşmanlığını “kaleyi içeriden fethetme” metoduyla “içmizden” birilerine zerk etmeyi başardıkları zaman dilimi olarak temayüz eder.
O “içimizden” olanların “bizden”liği geneli itibariyle aslında sadece görüntüden ibarettir. Onlar, Müslüman bir bedende gayrimüslim bir ruh taşımaları haysiyetiyle sadece kalıp, isim, görüntü olarak müslümandır.
Muhammed Mustafa el-A’zamî hocanın, dilimize Kur’an Tarihi adıyla çevrilen eserini (İz yay., İstanbul-2006) kaleme almasına sebep, Toby Lester isimli bir gazetecinin Kur’an’ın “kaynakları” ve tarihi konusundaki uzunca makalesidir.
Lester o makalesinde İslam dünyasında revizyonculuğun hareket halinde olduğundan sitayişle bahseder ve bu kategoride Nasr Hamid Ebu Zeyd, Taha Hüseyin, Ali Duşti, Muhammed Abduh, Ahmed Emin, Fazlur Rahman ve Muhammed Arkoun’u zikreder. (Bu isimlere daha pek çok kimsenin ilave edilmesi gerektiği açık!) Bir de tavsiyesi vardır: Ortodokslukla “içeriden” savaşmak!
Burada “Ortodoksluk” olarak ifade edilen, Ehl-i Sünnet’tir ve onunla baş etmenin yolu ustaca keşf edilmiştir: İçeriden birilerini temin edip manivela olarak kullanmak. Bu yapıldığında, Oryantalistler adına konuşanlar Ahmet, Mehmet… adını taşıyan ve bizimle aynı dili konuşan, aynı ortamı paylaşan, hatta bizimle camide aynı safta durup aynı imamın arkasında namaz kılan kimselerdir. Ümmet onların söylediklerine ısınmakta, hatta onları benimsemekte yabancılık çekmeyecektir. Aslında söyledikleri Oryantalistler’in söylediklerinden farklı olmadığı halde, Oryantalistler’e gösterilen tepki, sırf “aramızda” olmaları dolayısıyla onlara gösterilmeyecektir.
Aşağıdaki iki alıntı, “içerden” yürütülen savaşın, Müsteşrikler’in zihniyet beslemesi İslam modernistlerinin, velinimetlerinin izinden nasıl sadakatle yürüdüğünü çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır:
Michael Cook: “Geleneksel İslam, vahyin, zuhur ettiği ortamı yansıttığı düşüncesine direnememiştir… Ama geleneksel İslam, içinden çıktığı toplumu biçimlendiren bir kutsal kitap düşüncesinden, o toplumun ürünü olan bir kitap düşüncesine asla sıçrayamamıştır…”
Nasr Hamid Ebu Zeyd: “Eğer metin, 7. yüzyıl Araplarına gönderilmiş bir mesaj ise tarihsel olarak onların dil ve kültürünün hususi veçhelerini kabul eden bir tarzda biçimlenmiş olmalıydı. Dolayısıyla Kur’an bir insan muhitinde şekillenmişti. O, kültürel bir üründü.”
İki metin arasındaki benzerliğin altını çizmeye gerek var mı?
İlginç olan şu ki, bundan fazla değil 50 sene önce bu iddiaların bir “Müslüman” tarafından dile getirileceğini hayal etmek bile mümkün değildi. İslam dünyasında Oryantalistler’e yazılan reddiyelerin büyük bir yekünü, onların Kur’an hakkındaki o bildik iddialarını redd ve tevhin amaçlıydı. Hatta 50-100 sene öncesinin revizyonistleri bile Oryantalistler’in İslam’ın mukaddes değerlerine ve kaynaklarına yönelttiği isnad ve iftiralara tepki göstermede en az “ortodokslar” kadar hassas ve gayretliydi. Nereden nereye!!
Şimdilerde Oryantalistler’e yönelik herhangi bir reddiye görülmemesinin açıklaması tekdir: Evet kale içeriden fethedilmeye başlamıştır!
Prof. E.L.Mascall’ın, Kitab-ı Mukaddes uzmanı Van Buren’den bahsederken kullandığı, “(O) Hristiyanlığın sekülerleştirilmesinin temel ilkelerini genellikle dilbilimsel analiz olarak bilinen felsefi okulda bulmaktadır” ifadesini aktardıktan sonra, “Böyle bir şey Kitab-ı Mukaddes çalışmalarında dilbilimsel tahlillerin amacı ise, bu yöntemi Kur’an’a uygulamadaki temel saik ne olabilir?” diye soran el-A’zamî, cevabı yine kendisi verir: “Bu, Müslümanların tahammül sınırının dışında olduğundan alternatif strateji, kutsal kitabın yerine yerel dillerdeki tercümelerini koymak, sonra da onların konumunu şişirerek orijinal Arapça ile aynı düzeye çıkarmaktır. Bu yolla, üçtebiri Arap olmayan Müslüman toplumlar Allah’ın gerçek vahyinden koparılabilecektir…”
Milli Gazete – 16 Şubat 2009