Bana göre “İslam’ın faize bakışı” meselesini İslamî esaslar üzerine inşa edilmemiş bir yapılanmada İslamî bir çözüme kavuşturmak nasıl mümkün değilse, “İslam’da kadın” meselesini de aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Faizi haram kabul etmekle çağdaş ekonomi doktrinlerinden ayrılan İslam nazarında faizli bir işlem, ekonomik olmaktan daha önce “dinî” bir durum (olumsuzluk) ifade etmesi bakımından “haramlar” kategorisindedir ve bu sorunun “İslamî” olarak nitelendirilebilecek işlevsel çözümü, faiz meselesine münhasır parçacı arayışlarla bulunamaz.
İslam’da kadının statüsüne ilişkin tartışmalarda gözden kaçırılan en temel husus budur. Miras paylaşımı, çok eşlilik, şahitlik… vb. konuları, kadını ailenin, aileyi de toplumun temeli kılan anlayıştan bağımsız ve kopuk değerlendirdiğimizde zihnimizi istila eden “tarihselci bakış” seküler tavrın geldiği bu son aşamada kadın bağlamında kendisini “olumlu ayrımcılık” tabiriyle ifade ediyor artık.
Sadece cahil toplum kesimleri tarafından hakları gasbedildiği için değil, aynı zamanda “geleneksel İslam” tarafından da erkek lehine ayrımcılığa maruz bırakıldığı için günümüzde durumu dengelemek adına kadının erkek aleyhine olumlu bir ayrımcılık uygulamasıyla gerçek statüsüne kavuşturulması anlamına gelen bu yeni “konsept”, Diyanet’in istişare toplantısının sonuç bildirgesinde kendisine yer buldu.
Burada sorulması gereken en temel soru şu: İslam, ilk elden muhatap olduğu toplumun murad-ı ilahîye ters düşen inançları ile olduğu kadar, örf, adet ve gelenekleriyle de mücadele ettiği halde, acaba günümüz Müslümanları’nın en önemli gündem maddelerinden birisini oluşturan “kadın hakları” konusunda acaba çağdaşçı Müslümanlarımızı tatmin edecek adımları niçin atmamıştır? Acaba kadınların kocalarına itaatini her vesiyelye ve altını çizerek vurgulayan İslam, aynı şeyi erkeklere emretmemekle “olumsuz ayrımcılık” mı yapmıştır?
Mü’min kadınların Gayrimüslim erkeklerle evlenmesinin tecvizini teklif eden yaklaşımın, meseleyi çağdaş anlayışa aykırı düşmeme endişesiyle lokalize etme yanlışına düşmemek, dinî hassasiyet, medeniyet ve kültür perspektifini kaybetmemek gibi hayatî noktaları gözden kaçırdığında kuşku yok.
Bence meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturuyor. Meselelerimizi Müslümanca düşünmek demek, şablonumuza uygun gelmeyen nassları “tarihsel” ilan ediverme kolaycılığının önümüze açtığı uçuruma kaymadan, Kur’an ve Sünnet’i İsrailoğulları’nın Tevrat’a reva gördüğü muameleden masun tutarak “teslim olmak” demektir.
Hz. Ebu Bekir (r.a), zekât vermekten imtina ederek, “Zekât sadece Hz. Peygamber (s.a.v)’e verilirdi. O dünyadan ayrıldıktan sonra zekât mükellefiyeti de kalkmıştır” diyerek “tarihselci bakış”ın ilk örneğini verenlerle mücadelede tereddüt göstermemişti. Hadis ve Tarih kitaplarına “ridde olayları” diye geçmiş bulunan bu hadisenin yakından incelenmesinde konumuz açısından büyük faydalar var. Hz. Ebu Bekir (r.a)’in, onlarla savaşılmasına önceleri karşı çıkan Hz. Ömer (r.a)’e verdiği cevap üzerinde tekrar düşünmemiz gerekiyor. Namazla zekâtın birbirinden ayrılmasının imkânsızlığını vurgulayan o cevapta, ibadetlerle muamelat arasında ayrım gözetmeye çalışan çağdaşçı Müslümanlar için de önemli bir ders vardır.
Haziran 2002 – Milli Gazete