Bir önceki yazıda Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre hocanın “Hz. İsa’nın 114 Hadisi” isimli çalışmasından bahsetmiştim. Bugün bu çalışmada hocanın parmak bastığı son derece önemli hususlardan bir-ikisinin altını çizmeye çalışacağım.
Kudüs‘e 30 km. mesafede bulunan “Ölü Deniz” (veya Lut Gölü) yakınlarındaki “Kumran Harabeleri” civarında bulunan mağaralarda, bu bölgede yaşadığı düşünülen bir Musevî-İsevî cemaatten kalma son derece önemli kalıntılara rastlandı (1947). Hemen hemen kesin bir şekilde İsiyîm denen cemaatten (Özemre hoca bunların Essenîler olduğunu söylüyor. Aşağıda bu noktaya tekrar döneceğim) kalmış olan ve “Ölü Deniz Yazmaları” olarak bilinen bu tomarların çok büyük bir çoğunluğu Aramîce ve İbranîcedir.
İsrail devleti tarafından bu bulguları incelemek üzere 1967 yılında görevlendirilen Roland De Vaux isimli Fransız Katolik papaz, kurduğu ekiple yürüttüğü çalışmalardan elde edilen sonuçları uzun yıllar bir sır gibi saklamayı tercih etmişti.
Acaba De Vaux‘yu buna iten neydi?
Hoca’nın ifadeleriyle “Bu aşırı tekelci tutum akademik ortamlarda çok büyük bir tepkiye sebep olmuştur. “Ölü Deniz Yazıları“nın Hıristiyanlığın erken dönemi hakkında yeni unsurlar ortaya koyması hâlinde bunların Katolik Kilisesi‘nin kurulu inanç sistemi üzerinde yeniden düşünmeye, tartışmaya, tenkîde, ve parçalanmaya yol açabilme tehlikesinin Papalığı tedirgin etmiş olması doğaldır. Tepki göstermiş olan akademik ortamlardaki ortak kanaat de zâten Kilise‘nin, bunu göğüslemenin çok zor ve belki de imkânsız olacağını idrâk ederek: 1) bu tekelci tutumu el altından empoze etmiş olduğu, ve 2) kazanılan süre içinde resmî görüş olarak bu yazıların, sistematik bir biçimde, Hıristiyanlık öncesi döneme ait oldukları kanaatinin teessüs etmesi için gerekenin yapılması tâlimatını vermiş olduğudur.”
Doğrusu Vatikan tarafından 1995 yılına kadar tanınmayan İsrail‘in de, uzun yıllar devam eden bu duruma bilinçli olarak göz yummuş olmasını anlamak zor değil.
Yine Hoca’nın naklettiğine göre aynı ekipte çalışmış ve bilahare mezkûr Roland De Vaux ile yollarını ayırmış olan John Mrco Allegro isimli araştırmacı, bir mülakatta şunları söylemiştir:
“Ölü Deniz Yazılarını inceleyen bilim adamlarının bunların içinde gerçekten de ne olduğunu aslā söylememişlerdir. Bu adamlar papaz olduklarından dolayı ortaya çıkarmış olduklarından korkmaktadırlar… Buldukları, hıristiyanlığı temelleri üzerinde titretecek bir bombadır.”
De Vaux‘nun kurduğu ekipte çalışan ve incelemesi için kendisine verilmiş bulunan dört adet tomarla birlikte ortadan kaybolan Polonya kökenli fransız papazı Józef Tadeusz Milik‘in durumu da kayda değerdir. Söz konusu metinlerde nelerden söz edildiği, “tomarların Katolik Kilisesi‘nin kurulu inanç düzenine zarar vermesin diye tahrib mi edildiği, yoksa şu anda Vatikan‘ın mahzenlerinde mi muhâfaza edildiği ve papazlıkdan ayrıldığı rivâyet edilen söz konusu papazın da hangi manastırda hapis hayatı yaşıyor olduğu sorularına herhâlde hiç cevap bulunamayacaktır.”
“Ölü Deniz Tomarları“nın hangi Musevî-İsevî cemaatine ait olduğu konusunda her ne kadar Özemre hoca tercihini Essenîler‘den yana koymuş görünse de, ihtiyatı elden bırakmadığı da dikkatten kaçmıyor.
Doç. Dr. Yaşar Kutluay ise “İslam ve Yahudi Mezhepleri“nde (238) bu cemaatin “İsiyîm” olduğu görüşünü tercih ediyor. İtikat ve yaşantı bakımından iki cemaat arasında mevcut bulunan yakınlık böyle bir görüş ayrılığını normal kılıyor.
Pavlus Hristiyanlığı‘nı kabul etmemeleri, Hz. Musa (a.s) şeriatine riayete dikkat göstermeleri, zahidane yaşamaları… her iki cemaatin ortak özellikleri olarak öne çıkarken, aralarında kimi farklılıklar bulunduğu da dikkat çekiyor…
Yine aralarındaki kayda değer benzerlikler dolayısıyla Kumran cemaati ile başında uzun süre “Sıddîk Mürşid“in kaldığı (bu zat, Özemre hocanın tesbitine göre Hz. İsa (a.s)’ın manevî kardeşi ve halifesi olan Sıddîk Yakub‘dur) Kudüs cemaatinin de aynı cemaat olması imkân dahilindedir.
Her ne olursa olsun, Pavlus Hristiyanlığı‘nın Hz. İsa (a.s)’ın tebliğ ettiği Din ile temelde farklılıklar arz ettiğinin belgesi mahiyetindeki Ölü Deniz Yazmaları ve onların varlığını isbatladığı Musevî-İsevî çizgideki cemaat, bir gerçeği değişik bir veçheden önümüze koyuyor: Kur’an‘da geçen “Ehl-i Kitap” ifadesi homojen bir kitleyi anlatmamaktadır. Hatta “Hepsi bir değildir; Ehl-i Kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar” (3/Âl-i İmrân, 113) buyurarak istisna ettiği kısım, Allahu a’lem Kumran cemaati veya onlar gibi “muvahhit” bir cemaat olmalıdır.
Milli Gazete – 21 Mayıs 2005